Babası.................... : Mahmûd
Han-II
Annesi.................... : Bezm-i âlem
Sultan
Doğumu.................. : 25 Nisan
1823
Vefâtı..................... : 25 Haziran
1861
Tahta
Geçişi............ : 1 Temmuz
1839
Saltanat
Müddeti..... : 21
sene
Halîfelik
Sırası......... :
96
Osmanlı sultanlarının otuz birincisi
ve İslâm halîfelerinin doksan altıncısı. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın oğlu olup,
25 Nisan 1823 târihinde Bezm-i âlem Vâlide Sultan’dan doğdu. Mükemmel bir tahsîl
gördü ve iyi derecede Fransızca öğrendi. Avrupa’da yayınlanan neşriyatı yakından
tâkib eden Abdulmecîd Han yenilik tarafdârıydı. Babasının 1 Temmuz 1839’da
vefâtı üzerine tahta çıktı.
Genç yaşta pâdişâh olan Abdulmecîd
Han’ın devlet idaresinde yeterli tecrübesi yoktu. Buna karşılık babasının
başlattığı ıslâhat hareketlerini devam ettireceğini îlân etti. Fakat bu sırada
devlet ileri gelenleri arasındaki rekabet ve kıskançlık son safhada idi. Sultan
İkinci Mahmûd Han’ın cenaze merasimi sırasında Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyye
reîsi Koca Hüsrev Paşa, sadrâzam Mehmed Emin Rauf Paşa’dan 2 Temmuz 1839’da
mühr-i hümâyûnu zorla alıp, kendini sadrâzam îlân ettirdi. Bu sırada Osmanlı,
Mısır ile muhârebe hâlinde idi. Bu sebeble sultan Abdulmecîd Han mes’eleyi
kurcalamadı ve Hüsrev Paşa’nın sadrâzamlığını kabul etti. Sultan Abdulmecîd Han
Mısır mes’elesini hâlletmek istediğinden. Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya Köse
Akif Efendi’yi göndererek af ettiğini bildirdi ve ordu ve donanmaya harekâtı
kesme emri verdi. Bu esnada Nizib bozgunu haberi İstanbul’a gelmişti. Çanakkale
boğazı açıklarında bulunan Osmanlı donanmasının kaptanı Âhmed Fevzi Paşa, rakibi
olan Hüsrev Paşa’nın sadrâzam olmasından çekinerek, emrindeki donanmayı Mısır’a
götürüp Mehmed Ali Paşa’ya teslim etti. Bu yüzden kaptân-ı derya Ahmed Fevzi
Paşa hâin ve firârî lakaplarıyla tanındı. Kısa bir süre sonra da Nizip’te
Osmanlı ordusu kumandanı Hâfız Mehmed Paşa’nın, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın
kuvvetleri karşısında büyük bir bozguna uğradığı haberi geldi. Böylece ordusuz
ve donanmaşız kalan Osmanlı Devleti karşısında cesaret alan Mısır vâlisi, Sultan
ile anlaşmaya yanaşmadı.
Sultan Abdülmecîd Han, devleti bu
zor durumdan kurtarmak için çâreler aradı. Avrupa’dan yeni dönen Mustafa Reşîd
Paşa’nın telkinleri ile Avrupa’nın yardımını sağlamak için Gülhâne Hatt-ı
Hümâyûnu adı ile meşhur olan tanzîmât fermanının yayınlanmasını kabul etti.
Mustafa Reşîd Paşa’nın 3 Kasım 1839 günü, Gülhâne meydanında bizzat Sultân’ın da
hazır bulunduğu bir topluluk önünde okuduğu hatt-ı hümâyûn ile Tanzîmât-ı
Hayriyye îlân edildi. Böylece on altı yaşındaki genç ve tecrübesiz hakan,
İngiliz elçisinin te’siri ve teklifi ile mason Reşîd Paşa’nın hazırladığı
Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’nu îlân etmekle koca Osmanlı Devleti’nin yıkılma ve yok
olma devrine bir kapı açmış ve bu hatâsı devlete ve millete çok pahalıya mâl
olmuştur. Böylece tanzîmât ile Avrupa’nın üstünlüğü kabul edilmiş oldu. Sultan
üçüncü Selîm ve İkinci Mahmûd hanların yenilik teşebbüslerinde Osmanlı
geleneklerinin ve İslâm’a bağlılığının devamı için bâzı gayretler sarfedilmesine
karşılık, bu ferman ile girişilen yeniliklerde Avrupa’yı her hususta model almak
esas ve bu durum da memlekette her alanda görülen ikiliğe sebeb oldu. Bâzı iç ve
dış hâdiseler neticesinde îlân edilen tanzîmât fermânı Avrupalılara yaranmayı ve
onların desteğini sağlamayı gaye edinmişti. Ancak ne onlara yaranılabildi, ne de
destekleri sağlanabildi (Bkz. Tanzîmât).
Tanzîmât fermanının yayınlanmasından
sonra Mısır’a karşı İngiltere’nin ön ayak olması ile, Mehmed Ali Paşa’yı tutan
Fransa dışarıda bırakılarak, Osmanlı, İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya
devletleri Londra’da bir araya geldi ve 15 Temmuz 1840’da Londra andlaşması
imzalandı. Buna göre, anlaşmaya imza koyan devletler Mehmed Ali Paşa’ya onar
günlük iki ültimatom vereceklerdi. Mısır vâlisi ilk on gün içinde Osmanlı
donanmasını İstanbul’a yollayacak, Girid, Adana, Suriye, Lübnan, Hicaz’ı
boşaltacak, oğullarına intikâl suretiyle Mısır, Sûdan ve kayd-ı hayât şartıyla
Filistin, Mehmed Ali Paşa’ya Osmanlı Devleti’nin vâlisi olarak verilecekti. Buna
uymadığı takdirde ikinci on gün içinde Filistin alınacak, sâdece Mısır-Sûdan
verilecek, buna da riâyet etmezse Mısır da ondan alınacaktı. Andlaşmayı
imzalayan dört devlet bu iş için gerekti askeri, pâdişâhın emrine vereceklerdi.
Ültimatomlar, hâriciye müsteşarı Sâdık Bey vasıtasıyla, Mısır vâlisine
bildirildi. Mehmed Ali Paşa bu ültimatomları kabul etmediğini bildirdi.
Hâriciye nâzırı durumu derhâl diğer
devletlere bildirerek, gereğinin yapılmasını istedi. Rusya ile Prusya Londra
andlaşmasının şartlarına uymayarak asker göndermedi. İngiltere ve Avusturya,
Bâb-ı âlînin taleb ettiği askeri ve filoları yolladı. Osmanlı kuvvetleri ile
birleşen müttefik kuvvetler, 1840 senesi Eylül ayında Beyrut’a çıktı. Mehmed Ali
Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa, Beyrut yakınlarında kesin şekilde mağlûb edildi.
Suriye ve Filistin halkına kötü davrandığı için, halk, İbrâhim Paşa aleyhine ve
Osmanlı lehine ayaklandı. Osmanlı askeri 16 Ekim 1840 günü Trablusşam’a, 4 Kasım
1840 günü Akka’ya, 13 Kasım 1840 günü Haleb’e, 29 Aralık 1840 günü Şam’a girdi.
İbrâhim Paşa, Mısır’a kaçıp canını zor kurtardı. İki yüz bin kişilik ordusundan
sâdece altmış bin kişisi kurtulabildi. Osmanlı ordusu Mısır topraklarına girdiği
sırada, İngilizler Osmanlı Devleti’ne oyun oynadı. Londra andlaşmasına göre
Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’dan çıkarılması gerekiyordu. 27 Kasım 1840 günü Mısır
ile İngiltere arasında yapılan anlaşma ile, Mehmed Ali Paşa, ikinci ültimatomun
şartlarına uyacağını bildirince, İngiltere Bâb-ı âlî’den Mısır ile Sudan’ın ırsî
olarak Mehmed Ali’ye bırakılmasını istedi. Bundan maksadları, ileride Mısır’ı
yalnız bırakıp, işgal etmekti. Bunun üzerine Reşîd Paşa, sultan Abdülmecîd’e 24
Mayıs 1841 günü Mısır fermanını yayınlattı. Bu ferman, 1914 senesine kadar
Mısır’ın bir çeşit anayasası olarak kalmıştır. Fermana göre, artık Mısır,
Osmanlı pâdişâhı tarafından tâyin edilen Kavalalı hânedânı mensuplarınca idare
edilecekti. Mehmed Ali Paşa, fermanın bir fıkrasına göre herhangi bir hükme
aykırı davranış hâlinde, Mısır’ın Kavalalı sülâlesinden alınacağını bildiği için
fermana aynen uydu. Böylece, Osmanlı Devleti’ni senelerdir uğraştıran, zayıf
düşmesine yol açan Mısır mes’elesi, İngilizlerin arzu ettiği şekilde hâlledildi.
Sultan Abdülmecîd Han, 1842’de Mehmed Ali Paşa’ya vezirliğin üstünde sadâret
payesi verdi. Bu paye ondan sonra gelen vâlilere de verildi. Mısır vâlisi
protokolde, hânedân üyeleri, sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonra, devletin üçüncü
büyük görevlisi olarak yer aldı.
Mısır mes’elesi hâlledildikten
sonra, 13 Temmuz 1841’de Osmanlı, İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya ve Prusya
devletleri Londra’da tekrar bir araya gelerek Boğazlar andlaşması imzalandı.
1833’de Ruslarla imzalanan Hünkâr iskelesi andlaşmasının hükümlerini ortadan
kaldıran bu andlaşmaya göre, Karadeniz’de sahili bulunan Rusya ve Osmanlı
devletlerinden başka hiçbir devlet, bu denizde donanma bulunduramıyacaktı. Hiç
bir harp gemisi boğazlardan geçip Marmara’ya giremiyecekti. Harp hâlinde
boğazlardan geçecek yabancı devletlere âit harp gemilerini Osmanlı Devleti tâyin
edecekti. Böylece Rus donanması Karadeniz’de habsolunmuş oluyordu. Rusya’nın
böyle bir andlaşmaya imza koymasının başlıca sebebi, İngiltere’nin dostluğunu
kazanarak sulh yolu ile Osmanlı topraklarını bölüşmekti. Fakat İngiltere,
Fransa’yı Ortadoğu’da etkisiz hâle getirip, Mısır mes’elesi ile Osmanlı Devleti
üzerinde bir çeşit ekonomik, siyâsî ve kültürel vesayet kurmak ve elde ettiği
imtiyazlı durumu paylaşmak istemediğinden, Rusya ile beraber hareket etmek
istemiyordu. Ayrıca Hindistan ve Hind yolu için tehlike gördüğü Osmanlı
Devleti’ni Rusya ile meşgul ederek Hindistan’da ve Ortadoğuda istediğini
yapıyordu.
Mısır mes’elesinde yenilgiye uğrayan
Fransa, Lübnan’a musallat oldu. Burada bulunan katolik mârûnî kabîlesini,
Lübnan’daki haçlılar devri Fransız hâkimiyetinin hâtırası saydığından, kendisini
Suriye sahillerinin vârisi kabul ediyordu. Kışkırtmaları sonunda 1843’de
Lübnan’da mârûnîler ile dürzîler arasında çarpışmalar başladı. İki kabîle
arasındaki çarpışmalar şiddetli bir şekilde devam ederken, 1845 senesinde
Osmanlı hükûmeti bâzı tedbirler atarak Fransız kışkırtmalarını önlemeye çalıştı.
Lübnan dağlarında birisi mârûnîlere, diğeri de dürzîlere âit otonom iki kaza
kuruldu ve bunlar Sayda vâlisine bağlandı.
Tahta geçişinin ilk senelerini iç ve
dış olaylar ile uğraşmakla geçiren sultan Abdülmecîd, devleti kısmen huzura
kavuşturdu. Islâhat işleri ve iç mes’eleler ile uğraşmak imkânını buldu. 24
Haziran 1844 târihinde halka yakın olmak, beldeleri bizzat görmek için seyâhata
çıktı ve deniz yoluyla İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu ve Çanakkale’ye gitti.
Daha sonra Limni, Midilli ve Sakız adalarındaki kaleleri ziyaret etti. 1846
senesi Nisan ayı ortalarında devlet işlerini yerinde incelemek üzere karayolu
ile Tuna kıyılarına gitti. Silistre’den Varna’ya geçti ve deniz yoluyla
İstanbul’a döndü. Aynı senenin Temmuz ayında İstanbul’a gelen Mısır vâlisi
Mehmed Ali Paşa’nın özel ziyaretini kabul etti.
1848 senesinde Avrupa’da başlayan
ihtilâller sırasında Fransa’da meşrûtiyet yıkılarak cumhuriyet îlân edildi. Bu
sırada Avusturya’da Macarlar, Rusya’da ise Lehler bağımsızlık için ayaklandılar.
İsyanı Avusturya ve Rusya çok kanlı bir şekilde bastırdı. Bu durum, Fransız ve
İngiliz kamuoyunda Rusya, aleyhine büyük bir tepkinin çıkmasına sebeb oldu.
Macar ve Leh milliyetçilerinin liderleri Osmanlı topraklarına girerek hükûmetten
sığınma hakkı istediler. Sultan Abdülmecîd Han, kendisine sığınan müttecîleri,
Rusya ve Avusturya’nın savaş tehdidlerine rağmen geri vermedi. Sultân’ın bu
hareketi Osmanlı Devleti’nin itibârını çok arttırdı. Rusya ve Avusturya’ya karşı
Fransız ve İngiliz ortak desteğini sağladı. Avusturya ve Rusya’da bastırılan
isyânlar Osmanlı Devleti’nde memleketeyn (Eflak-Boğdan) denen iki Romen
prensliğine de sıçradı. Halk isyân ederek prenslerini tahttan indirdiler.
Osmanlı ordusu Romanya’ya girdi. Keçecizâde Fuâd Efendi, olağanüstü hâl
müfettişi olarak Bükreş’e gönderildi ve sert tedbirler alındı. Bu durum
karşısında Rus ordusu Moldavya’yı işgal etti. 1849 senesinde iki devlet
Baltalimanı andlaşması ile işgal ettikleri topraklardan çekildiler. Böylece iki
devlet arasındaki anlaşmazlık geçici bir neticeye bağlanmış oldu.
Bir süre sonra Osmanlı Devleti ile
Rusya arasında hiristiyanlârın mukaddes yerleri mes’elesi yüzünden savaş
kaçınılmaz oldu. İngiltere’yi yeniden kendi tarafına çekmek isteyen Rus çarı
birinci Nikola, bu devlet ile Osmanlı toprakları hakkında görüşmeye karar verdi.
9 Ocak 1853’de Sen-Petersburg’un kışlık sarayında verilen bir baloda İngiliz
elçisine, Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmayı teklif etti. Ancak bu
teklif İngiltere tarafından red edilince, Çar “hasta adam” olarak
vasıflandırdığı Osmanlı Devleti hakkında tek başına tedbirler almaya kalkıştı.
Bunun için 1853 senesi başlarında prens Mençikof’u elçi olarak İstanbul’a
gönderdi. Ortodokslar tarafından büyük merasimle karşılanan Mençikof, İstanbul’u
te’sir altında bırakacak şekilde hareket etti. Fransa’nın Kudüs’te daha önceleri
kazandığı dînî imtiyazları Ortodokslar lehine çevirmek isteyen Mençikof,
mukaddes yerlerin bakımı ile Ortodoks tebeanın himayesinin Rusya’ya verilmesini
istemekdeydi. İngilizler ise, Hindistan’da yapacakları ihtilâl sebebiyle Osmanlı
Devleti’ni Ruslarla meşgul etmek istiyorlardı. Bu sebeble İstanbul’daki İngiliz
büyükelçisi olan Stratford Redeliffe, Bâb-ı âlî’ye, muhtemel bir Rus savaşında
destek vâdederek, Rus tekliflerinin asla kabul edilmemesini gizlice teklif etti.
Böylece mes’elenin diplomatik yoldan halledilmesinin önüne geçti. Bir buçuk ay
içinde hiç bir netîce alamayan Mençikof Rusya’ya geri döndü. Böylece iki devlet
arasında münâsebetler tamamen kesildi. Rusya harb îlân etmeden, Eflak ve
Boğdan’ı işgal etti. Bunun üzerine Mustafa Reşîd Paşa’nın ikna etmesiyle sultan
Abdülmecîd Han 4 Ekim 1853’de Rusya’ya karşı harb îlân etti. Böylece 1856 senesi
Mart’ında bitecek olan Kırım harbi başladı.
Tuna boyundaki Osmanlı kuvvetleri
serdâr-ı ekrem müşir Ömer Paşa’nın kumandasında, Rus orduları ise, prens
Gorçakof’un kumandasında idi. Kafkasya’da müşir Abdülkerîm Nâdir Paşa, Rus
ordularına karşı gerekli tertibatı aldı. Savaş Tuna cephesinde, Ömer Paşa’nın
ustaca idaresi neticesinde Osmanlılar lehine gelişirken, Kafkas cephesinde aynı
başarı sağlanamadı. Aynı senenin Kasım ayında Rusya, Sinop’ta bulunan on iki
parçalık Osmanlı donanmasını batırdı. Bunun üzerine İngiltere, Rusya ile
diplomatik münâsebetlerini kesti. Rus çarının Kudüs’te katoliklere karşı
Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini
istemeyen Fransa’yı da yanına alıp, 1854 Mart’ında Rusya’ya resmen savaş îlân
etti. İki devlet, Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Müttefik ordu, Eylül
1854’de Kırım’a çıkartma yaptı. Alma meydan muhârebesini kazanan müttefikler,
Sivastopol’u kuşattılar. Kırım cephesindeki Rus askerlerinin başında prens
Mençikof bulunuyordu. Müttefikler Ekim ayı sonlarında Balaklava, Kasım başında
ise, İnkerman meydan muhârebelerini kazanarak Ruslara ağır kayıplar verdirdiler.
Mençikof üzüntüsünden öldü. Bir çok zaferler kazanan müttefikler. Eylül ayında
Sivastopol’u savunan en önemli istihkâm olan Molakof tabyasını ele geçirince,
prens Gorçakof, Sivastopol’u boşaltmak mecburiyetinde kaldı. Nihayet, 1855
senesi Eylül ayında Sivastopol müttefiklerin eline geçti.
Tek ümidleri olan Kafkas cephesinde
üstünlüğü elde tutan Rus ordusu, 1855 senesi Temmuz ayında Kars’ı kuşattı.
Karslılar dört buçuk ay kahramanca şehirlerini müdâfâ ettiler. Açlık sebebiyle
şehri düşmana teslim etmek mecburiyetinde kaldılar. Harp fiilen bitti ise de
Rusya sulhe yanaşmadı. Ancak Avusturya’nın ültimatomu üzerine sulhu kabûl etti.
1856 Şubat ayında Viyana protokolü ile sulhun ana hatları kabul edildi ve savaş
sona erdi. Savaşa askerî güçleriyle yardım eden İngiltere ve Fransa, bu
yardımlarına karşılık, Osmanlı Devleti’nden Tanzîmât fermanını te’yid eden ve
onu tamamlayan Islâhat fermanının 1856’da yayınlanmasını istediler. Devrin
sadrâzamı olan Alî Paşa ile Fransız ve İngiliz elçilerinin ortaklaşa
hazırladıkları yeni ferman, Paris konferansından önce îlân edildi. Osmanlı
Devleti’nin iç ve dış siyâsetinde yabancı müdâhalesine her zaman açık kapı
bırakan bu ferman, Osmanlı toplumu ve ekonomisini Avrupa ekonomisinin nüfuz
sahası içine sokarak, bağımlı hâle getirdi. Bu ferman sayesinde çeşitli
mezheblere bağlı hıristiyan tebeaya büyük bir iktisadî gelişme imkânı sağlandı.
Gayr-i müslimlere Rusların harb öncesi teklif ettiği haklardan daha fazlası
verildi. Bu ferman Osmanlı’nın hıristiyanlara verdiği büyük bir tâvizdi (Bkz.
Islâhat Fermanı). Islâhat fermanının îlânından bir müddet sonra, 25 Şubat’ta
Paris konferansı başladı ve otuz dört gün sonra muahede imza edildi. Bu
andlaşmaya göre, Rusya, Eflak ve Boğdan’dan çekildiği gibi, bu iki prenslik
üzerinde himaye haklarından da vazgeçecekti. Ayrıca Kars’ı Osmanlı Devleti’ne
iade edip, Besarabya’yı da Boğdan’a terk edecekti. Buna karşılık müttefik
kuvvetler de Kırım’ı boşaltıp, Rusya’ya teslim edecekti. Andlaşmanın en önemli
maddesi, Karadeniz’in askerden arınmış tarafsız bir hâle getirilmesiydi. Bu
târihten itibaren Rusya ve Osmanlı Devleti Karadeniz’de tersane ve donanma
bulundurmayacaktı. Rusya harp gemilerini Baltık denizine nakledecekti. Andlaşma
Islâhat fermanı ile îlân edilen maddelere de yer vererek, Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğünü garanti altına aldı.
Sultan Abdülmecîd, yayınladığı
fermanlara sâdık kalarak, tebea arasında eşitliği ve birliği sağlamaya çalıştı.
Ancak Avrupa’da yayılan milliyetçilik cereyanı ve îlân edilen Islâhat fermanı
ile dînî, iktisadî ve millî haklara kavuşan azınlıkların ayrıca Avrupa
devletleri tarafından tahrik edilmeleri, bu birliğin kurulmasını imkânsız hâle
getirdi. Bir süre sonra Paris andlaşmasıyla Eflak ve Boğdan birleştirilerek
Romanya’nın esâsını teşkil edecek olan müstakil bir prenslik hâline geldi
(1858). Aynı senenin Kasım ayında Osmanlı Devleti Grakovo kazasını Karadağ’a
bırakmak mecburiyetinde kaldı.
1859 senesi Eylül ayında Sultân’a ve
bâzı devlet adamlarına karşı bir suikast teşebbüsünde bulunuldu ise de, tasavvur
hâlinde iken yapılan ihbar üzerine sûikastçiler yakalanıp, Kuleli kışlasında
mahkeme edildi. Bu yüzden de Kuleli vak’ası diye anıldı (Bkz. Kuleli vak’ası).
1860 Mayıs’ında Lübnan’da dürzîler
ile mârünîler arasındaki mücâdele yeniden başladı. Mârûnîleri Fransızlar,
dürzîleri ise İngilizler destekledi. Ayaklanma Şam’a da sıçradı. Bölgeye,
gönderilen hâriciye nâzırı Fuâd Paşa, Avrupalılara yaranmak için sert tedbirler
aldı. Bir çok Türk subay ve idareciyi, olaylarda ihmâli olduğu gerekçesiyle ağır
cezalara çarptırdı. Lübnan, Avrupa devletlerinin görüşü alınarak, gayr-i müslim
bir mutasarrıfın idaresinde imtiyazlı bir sancak hâline getirildi (1861). Bu
hâdiselere Reşîd ve yetiştirmeleri sebeb olmuşlardı. Bunların ve dış
düşmanların, memleketi parçalamak, İslâmiyet’i yıkmak için yaptıkları imha
hareketlerine çok üzülen sultan Abdülmecîd, babası gibi tüberküloza yakalandı.
Henüz otuz dokuz yaşında ve en verimli çağında iken 25 Haziran 1861’de Ihlamur
köşkünde vefât etti. Atası Yavuz Sultan Selîm Han’ın türbesinin yanına
defnedildi. Türbesinin yüksekliğinin Yavuz Sultan Selîm türbesinden aşağı
olmasını vasiyyet etmişti. Vasiyyetine göre yapılan türbesinde oğulları
Burhâneddîn Efendi (1848-1876), Muhammed Abdüssamed Efendi (1852-1854) ve Osman
Safiyyüddîn Efendi de vardır.
Sultan Abdülmecîd Han’ın dönemi
ıslâhat hareketleri yönünden büyük önem taşır. Sultan, iç ve dış gailelere
rağmen devrin şartlarına göre devlete bir düzen vermek için çalıştı. Osmanlı
pâdişâhlarının tâbi olduğu bâzı gelenek ve usûllerde yenilik yaptı. Halkın
durumunu yerinde tedkîk etmek için İstanbul’da ve ülkenin çeşitti yerlerine
seyahatler düzenledi. Arasıra Bâb-ı âlî’ye giderek Meclis-i vükelâ
toplantılarına katıldı. Kışlaları, elbise anbarlarını ve tersaneyi teftiş etti.
Askerî ve rüşdiye okullarının imtihanlarında ve medreselerde düzenlenen icazet
merasimlerinde bulunarak, öğretmen ve öğrencileri teşvik edici konuşmalar yaptı.
Abdülmecîd Han, diplomatlarla olan
temas ve münâsebetlerinde, eski sultanların tâkib ettikleri yoldan ayrıldı. 1853
senesine kadar yabancı sefirler, Sultan ile siyâsî konular üzerinde
görüşemezlerdi. Kırım harbi başlamazdan önce ve savaş sırasında sultan
Abdülmecîd Han, yabancı sefirlerin mülakat taleblerini kabul etti. Sefirler,
Bâb-ı âlinin arzı ile, gün, saat ve yer tâyin ederek huzura girerlerdi. Osmanlı
sultanları krallık hânedânlarına mensup kimselerin yaptıkları ziyaretlere iâde-i
ziyarette bulunmazlardı. Sultan Abdülmecîd bu geleneği bozarak prens Napolyon’un
ziyaretini, Fransız elçiliğine giderek iade etmişti. Bu ziyaretten çok memnun
olan Prens, Sultân’ı Fransa’ya davet etti. Yine sultan Abdülmecîd devrine kadar
Osmanlı sultanları sâdece nişan vermişler, kendileri almamışlardı. Abdülmecîd
Han, Fransa İmparatorunun gönderdiği Legion d’honneur nişanını kabul etti.
Sultan Abdülmecîd Han, babasının
kurduğu başvekillikten vazgeçerek, sadrâzamlık makamını yeniden kurdu. Yirmi
seneden fazla süren, pâdişâhlığı sırasında yirmi iki defa sadrâzam değiştirdi.
Tanzîmâtın îlânına kadar, Osmanlı hükûmeti Avrupa devletlerinin müdâhalesinden
uzak kalmıştı. Tanzîmâttan sonra yabancı devletlerin, hükûmet üzerindeki
te’sirleri arttı. Kırım, harbi sırasında Fransa ve İngiltere’nin İstanbul
sefirleri, Sultân’la görüşmek ve fikirlerini kabul ettirmek hususunda çetin bir
mücâdeleye girdiler. Osmahlı devlet adamları, İngiliz ve Fransız siyâsetine
tarafdâr olmak üzere İki kısma ayrılmıştı. Mustafa Reşîd Paşa İngiliz, Ali,
Kıbrıslı Mehmed ve serasker Rızâ paşalar Fransız, Fuâd Paşa da İngiliz ve
Fransızların her İkisini de idare etmek tarafdârı idiler. Sultan, Fransız ve
İngiliz elçilerinin yaptığı istekler üzerine devletin çıkarlarını korumak için
bu iki grubtan birini sadârete getirirdi.
Sultan Abdülmecîd Han, devletin
idarî yapısında da bâzı değişiklikler yaptı. Sadrâzamların, serdâr-ı ekrem
ünvânıyla sefere çıkmaları usûlüne son verildi. Seraskerliğin derecesi, sadrâzam
ve şeyhülislâmın seviyesine getirildi. İstanbul ve eyâletlerin asayişini
sağlamak üzere 1845 senesinde Zabtiye müşirliği kuruldu. Sultan İkinci Mahmûd
Han devrinde kurulan meclis ve nezâretlerin sayısı arttırıldı. Dîvân-ı hümâyûn
önemini kaybetti. 1853’de kurulan Meclis-i âlî-i tanzîmâta, kânun yapma yetkisi
verildi. Meclis-i dâr-ı şûrâ-yı askerî genişletilerek; zât işleri, levazım
işleri ve mâliye işleri olmak üzere, üç bölüme ayrıldı. Eğitim işlerini
teşkilâtlandırmak, yürütmek ve kontrol etmek üzere 1845’de Meclis-i maârif-i
umûmiye kuruldu. 1856 senesinde Maârif nezâreti kurulması üzerine, Meclis-i
maârif bu nezârete devredildi. 1846 senesinde bir başkan, iki sekreter ve on bir
üyeden müteşekkil, devletin mâlî işleri hakkında inceleme yapmak ve gerekli
tekliflerde bulunmak üzere Meclis-i mâliye kuruldu. Islâhat işlerini düzenlemek
ve kontrol etmek vazîfesi 1854’de Meclis-i âlî-i tanzîmâta verildi. 1855
senesinde devletin en yüksek istişare meclisi olarak Meclis-i âlî-i umûmî
kuruldu. Ayrıca kaptân-ı deryaya bağlı Meclis-i bahriye, zirâat nezâretine bağlı
Meclis-i zirâat ve Meclis-i maâdin, zaptiye müşirine bağlı Meclis-i zaptiye gibi
meclisler de kurulmuştu.
Osmanlı taşra teşkîlâtı, Avrupa
devletlerinde uygulanan mülkî idare örnek alınarak, değiştirildi. Eyâlet
vâlilerinin yanında mahallî meclisler kuruldu ve bu meclislerde müslüman
olmayanlar da temsil edilmeye başlandı. Adlî teşkilâtta değişiklikler yapılarak,
daha önce bulunan şer’î mahkeme, cemâat ve konsolosluk mahkemelerinin yanında
nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1840’da ceza, 1850’de ticâret ve 1857’de arazî
kânunları çıkarıldı. 1857 senesinde belediye teşkilâtı kuruldu.
Eğitim alanında da önemli
değişiklikler yapıldı. 1843 senesinde sultan Abdülmecîd Han, Bâb-ı âlî’de
sadrâzam ve vükelâya hitaben; “Sadrâzama ve bütün vükelâya, halkımın refah ve
saadetini te’min için lâzım gelen tedbirleri tam bir birlik içinde düşünmenizi
ve müzâkere etmenizi emrediyorum. Bunun gerçekleşmesi din ve dünyâ işlerinde
cahilliğin kaldırılmasına bağlı olduğundan, ulûm ve fünûn ve sanâyî öğretimine
mahsus mekteblerin kurulmasını ön plânda tutacak işlerden sayıyorum” diyerek;
eğitimin önemini belirtti. Sultân’ın bu istekleri üzerine, Meclis-i maârif-i
umûmiye, eğitim çalışmalarının prensiplerini açıklayan bir kânun hazırladı. Bu
kânunda ilk öğretim mecburî ve ilk ve orta öğretim parasız oldu. 1845’den sonra
harb okulları önce üçe ayrıldı, daha sonra Harb akademisi açıldı. İlk ve
ortaöğretimin işlerini yürütmek için 1847’de Mekâtib-i umûmiyye nezâreti
kuruldu. Öğretmen yetiştirmek üzere kurulan Dârülmuallim, 1847’de Fâtih semtinde
eğitime başladı ve okulun müdürlüğüne Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Devletin
başlıca gelir kaynağı olan zirâatı geliştirmek ve zirâat bilgileri vermek için
1847de Yeşilköy yakınlarında ilk defa zirâat mektebi ile 1859’da Orman mektebi
açıldı. 1849’da rüşdiyeler ile darülfünûn arasında eğitim yapacak olan
dârülmaârif yâni lise eğitime başladı. 1850’de Meclis-i maârif-i umûmiyye
tarafından Encümen-i dâniş kuruldu. Bu akademi, Türk dili üzerine çalışacak,
halkın eğitimi için faydalı eserleri te’lif ve tercüme edecekti. Bu akademi
tarafından Ahmed Cevdet Paşa’ya bir Türk târihi yazma vazifesi verildi. 1860
senesinde döşenen telgraf hatlarında çalışmak üzere eleman yetiştirmek için
telgraf mektebi kuruldu. 1843 senesinde Londra gazetelerine muhabirlik yapan W.
Churchill isimli bir İngiliz tarafından ilk özel gazete Cerîde-i
havadis adıyla çıkarılmaya başlandı. Churchill’e, gazete çıkarması
için hükûmet tarafından yardım edildi.
Abdülmecîd Han devrinde mâliyede de
yenilikler yapıldı. İltizâm usûiü kaldırılarak, vergilerin devlet adına
toplanması için eyâlet ve sancaklara geniş yetkili muhassıl ünvânı ile me’murlar gönderildi.
Muhassıllar, doğrudan doğruya mâliye nezâretine bağlı idiler. Hazırlık
yapılmadan kaldırılan iltizâm usûlü, bâzı karışıklıklara ve devlet gelirlerinin
düşmesine sebeb oldu. Bunun üzerine 1840’da ilk olarak kâğıt para basıldı ve
tekrar İltizâm usûlüne dönüldü. 1844 senesinde ilk bütçe yapıldı. Tanzîmâtçı
nâzırların yaptığı hatâlar yüzünden Osmanlı mâliyesi çok zor durumda kaldı. 1850
senesinde Reşîd Paşa, Avrupa devletlerinden borç alınması cihetine giderek,
Londra bankası ile anlaştı ve 260 milyon kuruşluk bir borçlanma mukavelesi
imzaladı. Sultan bunu kabul etmeyince, hâriciye nâzırı Alî ve mâliye nâzırı Fuâd
paşalar Sultân’ı borçlanma hususunda ikna etmeğe çalıştılar. Sultan bunlara;
“Ben bu devleti selefimden nasıl buldum ise halefime öyle vereceğim. Eğer bu
borçlanmadan vazgeçilmezse saltanattan feragat ederim” diyerek borçlanmayı
önledi. Sonu baştan hesaplanmayan bu teşebbüs, devlete yirmi iki milyon kuruşa
mâi oldu. Bu durum devletin mâlî durumunun biraz daha kötüleşmesine yol açtı.
1853’de başlayan Kırım harbi mâlî durumu dahada kötüleştirdi. Bunun üzerine,
sultan Abdülmecîd, toplanan vükelâya karşı hitaben; “Yabancı ülkelere
borçlanmamak için çok çalıştım. Lâkin durum bizi borç almaya mecbur bıraktı.
Borçların ödenmesi, gelirin çoğalması ile mümkündür. Bu da her devlette olduğu
gibi kumpanyalar teşkil ederek, demir yolları yapmakla olur. Fakat gelir arttı
diye masrafı da arttırmamalıdır” dedikten sonra dış borç alınmasına izin verdi.
1854 senesinde ilk defa borç alındı, bunu 1855’de ikinci, 1858’de üçüncü ve
1860’da dördüncüsü tâkib etti. Bu borçlara karşı devletin önemli gelir
kaynakları ipotek edildi.
Sultan Abdülmecîd devrinde bir çok
îmâr faaliyetleri de yapılmıştır. 1844’de bugün Galata köprüsü olarak bilinen
Mecîdiye köprüsünü, 1848’de Beşiktaş’la Ortaköy arasında Küçük Mecîdiye Câmii
ve Ortaköy iskelesi yanında Büyük Mecîdiye Câmii’ni, 1859’da Maçka ile Nişantaşı
arasındaki Teşvîkiye Câmii’ni yaptırdı. 1851’de Şirket-i hayriyye denilen
boğaziçi vapurları işletilmeye başlandı. 1860’da İzmir-Turgutlu arasında
demiryolu yapıldı. 1853’de başlayan Kırım harbi sırasında ilk telgraf hattı,
İstanbul-Varna-Kırım hattı olarak döşendi (9 Eylül 1655). Bu hattın bir kısmı
denizaltından gidiyordu. Kırım’dan İstanbul’a gönderilen ilk haber Malakof
zaferinden sonra, Sivastopol’ün zaptı haberi idi. Osmanlı Devleti’nde telgraf
hatları hızla geliştirilerek, 1870 senesine kadar yaklaşık 36.000 kilometrelik
bir hat döşendi. Dünyâ devletleri arasında beşinci sıraya ulaştı. Bugünkü Beykoz
kasrı (1854) ve Küçüksu kasrı (1856), Dolmabahçe Sarayı (1856), sultan
Abdülmecîd’in saltanatı zamanında yaptırılmıştır. Ayrıca İstanbul’un bir çok
yerinde çeşmeler yaptırıp, eski eserleri tamir ettirmiştir. Annesi Bezm-i âlem
Vâlide Sultan, 1845’de Yenibahçe’de Gurebâ hastahânesi, Dolmabahce’de Vâlide
Câmii, Bakırcılar’da Bâyezîd kulesi önünde büyük sultanî lisesini ve bir çok
mescid ve çeşme yaptırmıştır.
Abdülmecîd Han’ın on yedisi erkek,
yirmi dördü kız olmak üzere kırk bir çocuğu dünyâya gelmiştir. Kardeşi
Abdülazîz’den sonra oğullarından beşinci Murâd Han, İkinci Abdülhamîd Han,
beşinci Mehmed Reşâd ve altıncı Mehmed Vahdeddîn Han pâdişâh olmuşlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder