Doksanüç harbi diye bilinen
Osmanlı-Rus harbi sonunda imzalanan Berlin Andlaşması’yla, Osmanlı Devleti,
Balkanlarda önemli mikdârda toprak kaybına uğramış ve Balkan kavimleri için
tâvizler verilmişti. Birinci Meşrûtiyetin îlânıyla kabul edilen Kânûn-i esâsiye
göre kurulan ve daha ziyâde gayr-i müslim ve Türk olmayan milletvekillerinin
etkili olduğu Meclis-i meb’ûsânı, Sultan Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de
kapatarak çalışmalarına son verdi. Osmanlı ülkesini, tatbik ettiği çeşitli
diplomasi metotlarıyla dış müdâhalelerden, harb ve anarşiden uzak, otuz üç yıl
idare etti. Ancak 27 Nisan 1909’da İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından hal’
edilip, Selânik’e gönderildi. Tahta Osmanlı hânedânının en yaşlı ferdi olan
sultan Reşâd getirildi. Sultan Abdülhamîd Han’ın son sadrâzamı Tevfik Paşa
istifa edince, yerine Hüseyin Hilmi Paşa getirildi.
İttihâdcılardan Talat Bey (Paşa) de dâhiliye nâzırlığına tâyin edilmişti. Fakat İttihâd ve Terakkî mensublarının hükümet işlerine yerli yersiz karışmaları sebebiyle, 28 Aralık 1909’da Hüseyin Hilmi Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. O güne kadar, bulunduğu vazifelerde bir başarı gösterememiş ve silik bir şahıs olan Roma elçisi Hakkı Paşa, 12 Ocak 1910’da sadâret makamına getirildi. Harbiye nâzırlığına da Selanik’ten gelerek, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren hareket ordusunun kumandanı Mahmûd Şevket Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî Fırkası, memlekette kurduğu zümre saltanatıyla, yurt içinde Cemiyet’e mensûb olmayanlara adetâ hayat hakkı tanımaz bir düzen kurdu. Yurt çapında uygulanan politikalar neticesinde, memlekette her geçen gün huzursuzluk biraz daha arttı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın gayet ince ve ustaca bir siyâsî zekâ ile senelerce idare ettiği memlekette istikrar bozulmuş, sûikastler ve tedhiş olayları artmıştı.
İttihâdcılardan Talat Bey (Paşa) de dâhiliye nâzırlığına tâyin edilmişti. Fakat İttihâd ve Terakkî mensublarının hükümet işlerine yerli yersiz karışmaları sebebiyle, 28 Aralık 1909’da Hüseyin Hilmi Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. O güne kadar, bulunduğu vazifelerde bir başarı gösterememiş ve silik bir şahıs olan Roma elçisi Hakkı Paşa, 12 Ocak 1910’da sadâret makamına getirildi. Harbiye nâzırlığına da Selanik’ten gelerek, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren hareket ordusunun kumandanı Mahmûd Şevket Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî Fırkası, memlekette kurduğu zümre saltanatıyla, yurt içinde Cemiyet’e mensûb olmayanlara adetâ hayat hakkı tanımaz bir düzen kurdu. Yurt çapında uygulanan politikalar neticesinde, memlekette her geçen gün huzursuzluk biraz daha arttı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın gayet ince ve ustaca bir siyâsî zekâ ile senelerce idare ettiği memlekette istikrar bozulmuş, sûikastler ve tedhiş olayları artmıştı.
Yine bu sırada, dünyâ siyâsî
durumunda da İtilâf (İngiltere, Fransa ve Rusya) ve ittifak (Almanya, Avusturya,
Macaristan ve İtalya) devletleri olmak üzere gruplaşmalar oldu. Her iki grup da,
bir çarpışmanın olabileceğini düşünerek var güçleriyle silahlanmaya
çalışıyorlardı. İtilâf devletleri, bir maceraperestler grubu olan İttihâd ve
Terakkî Fırkası tarafından idare edildiğini bildikleri Osmanlı Devleti’nin
topraklarını paylaşabilmek için, İngiltere ve bilhassa Rusya, Anadolu’da ve
Balkanlarda bulunan değişik ırk ve kavimlere mensup toplulukları bağımsızlık ve
muhtariyet için tahrik ettiler. Bu durum Avusturya, Sırbistan ve İtalya
tarafından da teşvik edildi. İttihâdcılar, bu kımıldanışlara gayet sert
tedbirler uyguladılar. Bu arada İttihâd ve Terakkî hükümeti tarafından Kosova
vâliliğine tâyin edilen Mazhar Bey’in, Osmanlı ülkesinin hiç bir yerinde
uygulanmayan yüksek miktarda dâhili gümrük vergisi tatbik etmeye başlaması,
Arnavutluk’ta derin tepkilere yol açtı ve tepkilere de şiddetle karşılık
verildi. Arnavutluk havalisi meb’ûsları hükümete müracaat ederek şiddete
başvurulmamasını ve bir nasîhat hey’etinin gönderilmesini istediler. Şiddet
tarafdârı olan İttihâd ve Terakkî hükümetinin harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa,
seksen iki piyade taburu ile Arnavutluk seferine çıktı. İsyana iştirak
eden-etmeyen bütün ahâlinin silâhlarını toplamaya başladı. Bu hareketler
karşısında bilenen Arnavudlar, daha çetin mücâdelelere giriştiler. Bu isyân ve
karşı haraketler Balkan harbine kadar devam etti. Bütün bunlara ilâveten, 3
Temmuz 1911’de Rum-Ortodoks kilisesi ile Bulgar kilisesi arasındaki ihtilâf,
bizzat Osmanlı meclisi tarafından halledilerek; Yunan, Bulgar ve Sırplar
arasındaki anlaşmazlıklar tamamen giderildi ve Osmanlı’ya karşı birlik olmaları
te’min edildi.
Bu arada Eylül 1911’de İtalyanlar
harb îlân edip, Trablusgarb ve Bingâzi’yi işgal ettiler. Trablusgarb ve Bingâzi
meb’usları, Tarblus’un işgaliyle netîcelenen İtalyan harbinin başlamasından
önce, büyük bir gaflet eseri olarak o havalideki askeri Yemen’e, mühimmatı
İstanbul’a naklettiren sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer mes’ûller hakkında meclis
tahkîkâtı açılması için teşebbüse geçtiler. Böylece güç durumda kalan İttihâd ve
Terakkî Fırkası, Meclis-i meb’ûsânı feshettirince, sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer
İttihâd ve Terakkî erkânı, Trablus faciasından dolayı Dîvân-ı âli’ye sevk
edilmekten kurtuldular. Sadâret makamına da Sa’îd Paşa getirildi. Ordudaki
subaylar, İttihâdcı ve Halaskârân-ı zâbitân diye ikiye ayrıldılar. Makedonya
vilâyetlerinde iktidar ve muhalefeti tutan subaylar, çeteler teşkil ederek
birbirleriyle çarpıştılar. İstanbul’da bulunan Halaskârân-ı zabıtan mensupları
da hükümeti tehdîd etmeye başladı. Bu baskı ve tehdidler karşısında harbiye
nâzırı Mahmûd Şevket Paşa, bahriye nâzırı Hurşid Paşa ile diğer bâzı bakanlar
istifa edip çekildiler. Sadrâzam Saîd Paşa da sadâretten istifâ etti. Böylece
orduyu siyâsete karıştırarak iş başına gelen İttihâd ve Terakkî Fırkası
iktidardan uzaklaşmış oldu. 22 Temmuz 1912’de Âyân reisi olan Gâzi Ahmed Muhtar
Paşa, sadrâzamlık makamına getirildi. Ayrıca İttihâd ve Terakkî Fırkası
tarafından bir şiddet vâsıtası olarak kullanılan örfî idare de kaldırıldı.
İttihâd ve Terakkî hükümetinin
iktidarda bulunduğu sırada Arnavutluk isyânı had safhaya ulaşmış, aynı zamanda
Balkan devletleri de aralarında hummalı bir faaliyet içine girmişlerdi. İtalya,
Trablusgarb harbini bir an evvel sona erdirmek ve Osmanlı Devleti’ni İtalya
lehine sulhe zorlamak için, Balkanlarda Osmanlı Devleti aleyhine bir hareketin
ve ittifakın vücûda gelmesini destekliyordu. Rusya’nın teşvik ve desteğiyle
Bulgaristan, Makedonya’yı Osmanlı Devleti’nin elinden koparmak, hattâ Edirne’yi
alarak Ege denizine inmek suretiyle büyük emellerini tahakkuk ettirmek
hülyâsındaydı. Bunu başarabilmek için de Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan ile
anlaşarak ittifak kurmaya çalıştı. Sırbistan, Bulgaristan’ın genişlemesini
te’min edecek olan bu andlaşmaya tarafdâr değildi. Bunun için Bulgaristan’ı bir
tarafa iterek kendi menfaatlerini te’min için Bâb-ı âlî ile anlaşmaya
uğraşıyordu. Balkan devletleri arasındaki menfaat çatışmalarından gafil olan
zamanın İttihâd ve Terakkî hükümeti, Sırbistan’ın bu çok müsâid teşebbüslerine
aldırış bile etmemişti. Üstelik, Abdülhamîd Han’ın Balkan ülkelerinin
birleşmesini önlemek için tahrik ettiği kilise ihtilâfı, çıkarılan İttihâd-ı
anâsır kanunuyla halledilmiş, böylece Bulgaristan ve Yunanistan arasındaki
ihtilâf kalmadığı için Osmanlı Devleti aleyhine birleşmeye başladılar. Buna
rağmen Yunanistan, Balkanlarda bir Bulgar ve Sırp anlaşmasına tarafdâr değildi.
Bunun için de Bulgar-Yunan anlaşması mümkün görünmüyordu. Hattâ Yunan başvekili
Venizelos, Girid’in yine Osmanlı hâkimiyetine kalması, yalnız idâresinin
Yunanistan’a âid olması için, Osmanlı Devleti’ne vergi verilmesi şartıyla, her
türlü andlaşmaya tarafdâr olduğunu ısrarla bildirmiş, fakat İttihâd ve Terakkî
Fırkası, bu avantajlı durumları değerlendirmek için taraflarla görüşmeye bile
yanaşmamışdı.
Yine bu sırada Atina’daki Sırbistan
elçisi de Osmanlı Devleti ile bir ittifak kurmak için Sırp hâriciye nâzırından
aldığı yetkiye dayanarak, Osmanlı hükümetine müracaatta bulunmuşdu. O sırada
hâriciye nâzırı olan Âsım Bey ve sadrâzam Saîd Paşa, bu teklife müsbet cevap
vermeyince, Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Sırbistan, 13 Mart
1912’de Bulgaristan’la bir ittifak kurdu. Harb için sür’atle hazırlanmaya
başladı. Bunun için de Avrupa’dan sert ateşli toplar aldı. Balkan harbinin kendi
lehine olmayacağını düşünen Avusturya, bu topların kendi topraklarından
geçirilmesine müsâde etmedi. Sırbistan bu topların Selanik limanı yoluyla
Sırbistan’a sokulmasına müsâde edilmesi için Osmanlı Devleti’ne müracaat etti.
Bâb-ı âlî bu topların Sırbistan’a girmesine müsâde etmek gibi bir gaflette
bulundu. Ancak Saîd Paşa’ın sadrâzamlıktan düşmesinden sonra yerine geçen Gâzi
Ahmed Muhtar Paşa hükümeti, bu sevkiyâta mâni oldu.
İttihâd ve Terakkî hükümetinin
mânâsız ve gâfil siyâseti karşısında, Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini
kesen Yunanistan da, nihayet 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan’la bir ittifak
andlaşması imzalamıştı. Sırbistan-Bulgaristan-Yunanistan üçtü ittifakına Karadağ
da katılınca, Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı meydana geldi. Bütün
bunlara, Bâb-ı âlî hükümetinin ilgisizliği sebeb oldu. Ayrıca, Rusya’nın Osmanlı
hariciye nâzırı Noragundiyan Efendi’ye bir harb olmıyacağına dâir te’minât
vermesi üzerine; Bâb-ı âlî hükümeti Rumeli’deki 120 tabur eğitimli askeri terhis
etme gafletinde bulundu.
İttihâd ve Terakkî Fırkası’nın
kışkırttığı bir mikdâr darülfünûn (üniversite) öğrencisi, ellerinde bayraklar
olduğu hâlde Bâb-ı âlî önüne gelerek; “Harb isteriz” diye bağırmaya başladılar.
Harbiye nâzırı Nâzım ve bahriye nâzırı Mahmûd Muhtar paşalar bunlara nasîhat
ederek dağılmalarını sağladılar. Daha sonra 21 Eylül 1912 Cuma günü Sultan Ahmed
Meydanı’nda büyük bir miting tertib edilerek İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelen
hatibleri, halkı galeyana getirip, hükümeti, yakında başlayacak bir harbe karşı
alâkasızlıkla itham ettiler. Millî haysiyeti korumak için, hükümetin derhâl harb
îlân etmesini isteyerek halkı kışkırtmaya devam etti. Tahrikler karşısında
galeyana gelen ve sokaklara dökülen üniversite talebeleri ve halk; “Harb
isteriz! Yaşasın harb, kahrolsun hâinler!...” diyerek bağırdılar. Bu sırada
meclis-i vükelâ (bakanlar kurulu) toplantısında bulunan sadrâzam Gâzi Muhtar
Ahmed Paşa, çıkarak üniversite talebelerini ve halkı sükûne davet etti ve ikna
ederek, dağılmalarını sağladı. Bu hâdisenin ertesi günü Karadağ sefaretinin
kapısındaki armanın söküldüğü görüldü. Bu tahrik karşısında zâten harbe hazır
durumda bekleyen Karadağ maslathatgüzârı M. Bilaç, hâriciye nâzırı Noragundiyan
Efendi’yi ziyaret ederek, Karadağ Devleti’nin harb îlân ettiğine dâir notayı
verdi.
8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı
Devleti’ne harb îlân etmesiyle başlayan Balkan harbine, Karadağ’ın müttefikleri
olarak katılan Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan, 13 Ekim 1912’de Rumeli’deki
muhtelif unsurların vaziyetine göre muhtar idareler kurulmasına dâir bir notayı
Osmanlı hükümetine verdiler. Bu notaya Osmanlı hükümetinin cevap vermemesi
üzerine Sırp ve Bulgar hududlarında tecâvüzler başladı. Bunun üzerine 17 Ekim
1912’de Sırp ve Bulgar elçileri sınırdışı edildi. Ertesi gün de bu iki devlet
Osmanlı Devleti’ne karşı fiilen harbe girdiler. Yunanistan da bir nota ile bu
iki devlete iştirak etti. Balkan harbinin kesin bir şekil aldığı günlerde Bâb-ı
âlî hükümeti, Trablusgarb harbine son vermek için 15 Ekim 1912’de İtalya ile Uşi
Andlaşması’nı imzaladı ve terhis ettiği askerleri yeniden silâh başına çağırdı.
Daha önce İttihâd ve Terakkî
hükümetinin yıkılmasını sağlayan ve Halâskarân-ı zâbitân grubunun reîsi
durumunda olan harbiye nâzırı Nâzım Paşa, harbiye nâzırı ve başkumandan vekili
idi.
İki tarafın asker mevcudu arasında
da büyük fark vardı. Balkanlı müttefiklerin ordusu; Bulgaristan 240 bin,
Sırbistan 140 bin, Yunanistan 100 bin, Karadağ da 30 bin olmak üzere toplam beş
yüz bini aşmıştı. Buna karşılık Osmanlı ordusunun Trakya’da 150 bin,
Makedonya’da 90 bin, Arnavutluk’da 10 bin olmak üzere toplam bakımsız ve perişan
hâlde 250 bin kadar askeri vardı. Silâh ve teçhizat da çok noksandı. Geri hizmet
teşkilâtı bozuk olduğu için zamanında ikmâl yapılamıyordu. İlk günlerden
îtibâren açlık başgöstermişti. Bütün bunlara ilâveten İttihâd ve Terakkî
mensupları, asker arasında, harb etmemeğe teşvik edici propagandalar
yayıyorlardı. Üstelik bütün harekâtın âmiri olan harbiye nâzırı Nâzım Paşa da
değerli ve tecrübeli bir kumandan değildi. Mağrur ve kimsenin sözünü dinlemeğe
tenezzül etmiyordu.
Bütün şiddetiyle başlayan Balkan
harbine Osmanlı ordusu, şark ve garb cephesinde olmak üzere iki koldan girdi.
Şark
cephesi:
Trakya’da olan şark cephesinde Osmanlı ve Bulgar orduları çarpışıyordu. Bu
cephenin kumandanlığı birinci ferik Abdullah Paşa’ya verilmişti. Bu orduda; Ömer
Yaver Paşa, Şevket Turgut Paşa, bahriye nâzırı Mahmûd Muhtar Paşa ve Ahmed Abuk
Paşa kumandasında dört kolordu vardı. Ayrıca Kırcali taraflarında da Ali Yaver
Paşa kumandasında mürettep bir kolordu mevcuttu. Bu cephenin müdâfaa merkezi
Edirne idi.
Sayıca fazla, eğitim görmüş,
teçhizatı da mükemmel olan Bulgar ordusu, önce Filibe’yi tehdîd eden ve
Kırcali-Paşmaklı mıntıkasında yer alan Ali Yaver Paşa kumandasındaki kolorduya
19-20 Ekim 1912’de hücum etti. Osmanlı kuvvetlerini bozarak Mestanlı’ya kadar
ilerledi. Birinci ferik Abdullah Paşa kumandasındaki şark ordusu, harbiye nâzırı
Nâzım Paşa’dan aldığı emre uyarak hazırlığını imkân nisbetinde tamamladı ve 21
Ekim’de harekete geçti. İki ordu arasında Edirne-Kırklareli arasında meydana
gelen harbi Bulgarlar kazandı. Bozulan Osmanlı ordusu Lüleburgaz’a doğru
çekildi.
Kısa bir müddet içinde ilerleyen
Bulgar ordusu, 22-24 Ekim’de Edirne’ye ulaşarak muhasaraya başladı. Lüleburgaz
mıntıkasında Türk ve Bulgarlar arasında 28 Ekim-2 Kasım arasında büyük
Çarpışmalar meydana geldi. Bu çarpışmalar da Bulgarların galibiyetiyle
neticelendi. İlerleyen Bulgar ordusu 15-19 Kasım 1912’de Çatalca müstahkem hattı
önünde durdurulabildi. Halk, korku ve dehşet içinde bütün Rumeli ve Trakya’yı
boşaltarak sonbahar yağmurlarının bataklık hâline getirdiği tarlalardan bin bir
güçlükle geçerek İstanbul’a doğru kaçışıyordu. Bu sırada başgösteren salgın
kolera hastalığı yüzlerce kişinin ölümüne sebeb oluyordu. Trenler ve kamyonlarla
da İstanbul’a devamlı yaralı ve hasta taşınıyordu. Hastahâneler dolduğu için
mektepler boşaltılmış, hasta ve yaralılar buralara yerleştirilmişti.
Garb
(batı) cephesi:
Makedonya ve Arnavutluk’da bulunan bu cephenin başkumandanı Ali Rızâ Paşa idi.
Bu cephedeki ordu beş kısma ayrılmıştı. Sırplar da bu cephede harbe girerek, 21
Ekim 1912’de Priştine’yi, 22 Ekim’de de 523 sene evvel Murâd Hüdâvendigâr’ın
meşhur zaferine sahne olan Kosova’yı alarak, veliahd Aleksander’ın idaresinde
güneye doğru ilerlemeye başladılar. Aynı gün Yunan ordusu da Serfiçe’yi alarak
kuzeye doğru ilerledi. 23-24 Ekim’de ilerleyen Sırp ordusuyla karşılaşan Osmanlı
ordusu, Kumanova muhârebesini kaybederek, Manastır’a doğru çekilmeye başladı.
Kumanova galibiyetinden sonra Sırplarla Karadağlılar birleşerek istilâ
harekâtına devam ettiler. 24 Ekim 1912’de Sırp-Bulgar müşterek kuvvetleri
Koçana’yı, 25 Ekim’de Yunanlılar Karaferye’yi ele geçirdiler. 26 Ekim’de, İştip,
Sırplarla Bulgarların eline düştü. 27 Ekim’de Üsküp ahâlisi düşmana teslim oldu.
Verdiği zayiat dolayısıyla perişan ve bitkin bir hâle gelen Osmanlı ordusunun
anavatanla da irtibatı kesildi. Bundan sonra müttefiklerin hareketleri daha
kolaylaştı. Şehirler birbiri ardınca teslim oldu. 3 Kasım 1912’de Yunanlılar
Preveze’yi, 6 Kasımda Karadağlılar Yakova’yı, 8 Kasım’da Yunanlılar Selânik’i
teslim aldılar. Selânik’deki kolordunun kumandanı olan Hasan Tahsin Paşa,
müdâfaa imkânları mevcûd olmasına rağmen, 8 Kasım’da Yunanlılarla imzaladığı
teslim mukavelesine göre şehri ve kolordunun bütün silâhlarını düşmana teslim
etti.
Şark ve garb cephelerinde bu durum
devam ederken, İstanbul’da da bir takım hâdiseler cereyan ediyordu. İttihâd ve
Terakkî Fırkası, Ahmed Muhtar Paşa hükümetinin düşürülmesi için akla hayâle
gelmedik yollara başvuruyordu. Diğer taraftan İttihâd ve Terakkîye muhalif olup,
bütün siyâsî muvaffakiyetsizliklerin Kâmil Paşa tarafından yoluna
konulabileceğini iddia edenler de, mevcûd hükümetin düşürülmesini istiyorlardı.
Yorulan ve yıpranan Ahmed Muhtar Paşa, 19 Ekim 1912’de istifa edince, yerine
Kâmil Paşa sadrâzamlığa getirildi. Bu defa Kâmil Paşa’nın aleyhinde faaliyet
gösteren İttihâd ve Terakkî tarafdârları, Kâmil Paşa hükümetinin harbiye nâzırı
Nâzım Paşa’yı kendi taraflarına çekerek, Enver Paşa’yı kolordu erkân-ı
harbiyesine, Cemâl Paşa’yı da Menzil-i umûmî müfettişliğine
getirdiler.
Garb ordusunun Kasım ayı ortalarında
Sırplar karşısında son defa mağlûb olması, Garb cephesindeki muhârebeleri de
sona erdirmişti. Hiç bir mukavemetle karşılaşmayan Sırb ve Karadağ kuvvetleri,
Arnavutlukta ilerlemeye başladılar. 28 Kasım 1912’de Leş, 21 Kasım’da Resne, 28
Kasım’da Devre ile Draç, ertesi günü Ohri, Sırp-Karadağ müşterek kuvvetlerinin
eline geçti. Akçahisar ve Tiran’ın da düşmesiyle bütün Kuzey Arnavutluk
Sırp-Karadağlılar tarafından işgal edildi. 29 Kasım 1912’de Arnavutluk
istiklâlini îlân etti. Büyük devletler bir ay geçmeden Arnavutluğun istiklâlini
tanıdılar. Bu sırada Şark (doğu) cephesinde, Makedonya’daki Osmanlı-Bulgar
çarpışmaları yeni bir safhaya girdi. İlk zamanlardaki muvaffakiyetleri sebebiyle
İstanbul yolunun kendilerine açıldığını görerek ilerleyen ve Çatalca müstahkem
hattında durdurulan Bulgar ordularının İstanbul’a girmemesi için, Bâb-ı âlî
hükümetinin müsâdesiyle büyük devletlerden ikişer, diğer devletlerden birer harp
gemisi İstanbul limanına gelerek, tebealarını korumak için karaya 2250 asker
çıkardılar. Osmanlı Devleti barış için büyük devletlerin arabuluculuğunu
istediyse de netice alınamadı. Doğrudan Bulgarlara müracaat eden Bâb-ı âlî
hükümeti, mütâreke (ateşkes) talebinde bulundu. Mütâreke görüşmelerine harbiye
nâzırı Nâzım Paşa ile ticâret ve zirâat nâzırı Mustafa Reşîd Paşa katıldılar.
Çok çetin ve ağır şartlarla mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da
yapılacak, eğer anlaşmaya varılamazsa dört gün zarfında harp yeniden
başlayacaktı. Sırbistan ve Karadağlılar ile de 3 Aralık 1912’de mütâreke
imzalandı. Ağır şartları Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmeyen Yunanistan
mütârekeye katılmadı. Böylece Balkan devletleri arasında ilk ayrılık başladı.
Yunanistan, Yanya muhâsarasıyla harbe devam etti.
Barış müzâkereleri, 16 Aralık
1912’de İngiltere başvekili Sir Edvar Grey’in başkanlığında Londra’da başladı.
Balkan devletlerinin, kabul edilmesi mümkün olmayan teklifler ileri sürmeleri
üzerine barış görüşmeleri kesildi. Barışın sağlanamaması üzerine Balkan
devletleri 17 Ocak 1913’de Osmanlı hükümetine bir nota vererek Edirne’nin
Bulgarlara terkini, adaların geleceğinin büyük devletlere bırakılmasını, bir de
Enez-Midye hattının sınır kabul edilmesini istediler. Kâmil Paşa hükümeti bu
notayı görüşmek üzere toplandı.
Edirne’nin tarafsız ve serbest bir
şehir hâline konularak idâresinin müslüman bir şahsa bırakılmasını, meşihat
tarafından bir kâdı tâyinini, meclis idâresinin halk tarafından seçilmesini,
mahallî jandarma ve polis kuvvetleri teşkilini, dînî ve millî günlerin eskiden
olduğu gibi kutlanmasını kabul ve teklif eden bir cevabî nota yazılmasını
kararlaştırdı. Bu şekilde hazırlanan notanın tedkiki için Vükelâ meclisinin 23
Ocak 1913 Perşembe günü öğleden evvel toplantıda bulunduğu sırada, İttihâd ve
Terakkî fırkası tarafından Bâb-ı âlî basılarak harbiye nâzırı Nâzım Paşa
öldürüldü. Kâmil Paşa hükümeti istifa etmek zorunda bırakıldı, ittihatçı Mahmûd
Şevket Paşa sadrâzamlığa getirildi. (Bkz. Bâb-ı âlî baskını).
Bu sırada Londra barış görüşmeleri
netice vermeyince, Bulgarlar mütâreke hükümlerini ileri sürerek, 3 Şubat 1913’de
Edirne’yi yeniden bombardıman ettiler. Yanmadık, yıkılmadık yer kalmadı. Câmiler
de dâhil 2000’e yakın bina tahrib oldu. Sultan Selîm Câmii’nin pencereleri
mermilerle delik deşik oldu. Şehirdeki gayr-i müslim unsurlar, şehrin durumunu
ve Bulgar topçusunun te’sirini yazdıkları kâğıt parçalarını nehre atarak
câsûslukda bulunuyor, yiyecekleri saklayarak çok yüksek fiyatla gizlice
satıyorlardı. Yiyecek sıkıntısı had safhaya varmıştı. 1913 kışı da çok şiddetli
geçiyor kar fırtınası ve ayaz, askerleri ve halkı kasıp kavuruyordu. Şubat ayı
içinde 17.844 kişi soğuklardan ağır hastalanmış, 2155 donma olayı görülmüştü.
Çatalca müstahkem hattını aşabilmek
için taarruza başladılar. Şiddetli çarpışmalar oldu. Osmanlı ordusu, kahramanca
çarpışarak Bulgar taarruzunu geriye püskürttü. Yeniden hazırlık yapan ve takviye
alan Bulgarlar 13 gün süren ikinci taarruzu 18 Mart’ta başlattılar. Bu taarruz
da büyük bir mukavemetle karşılandı. Bir aralık Türk mevzîlerinden içeriye
sızarak Baba Nakkaş köyüne kadar ilerlediler ise de, Gâziler tepesi ve Harbiye
tabyası önlerinde Türk askerinin muhteşem ve cansiperane mukavemeti karşısında
perişan edildiler. Nihayet bozguna uğrayıp ağır zâyiât vererek geri çekildiler.
22 Ekim 1912 târihinden beri Şükrü
Paşa kumandasında Edirne’yi müdâfaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile
bağlantı kesik olduğu için, akla gelmedik imkânsızlıklara, silâh, mühimmat
noksanlığına ve erzak kalmadığı için açlığa rağmen, 155 gün müddetle şehri
kahramanca savundular. Edirne’de açlık o dereceyi bulmuştu kî, bizzat kumandan
Şükrü Paşa da askerleriyle birlikte süpürge tohumu yemeğe mecbur kaldı. İki
fırka sırplı ve üç liva bulgar kuvvetleriyle yeniden takviye birlikleri alan
Bulgarlar, 24 Mart 1913 günü çok şiddetli bir taarruza daha geçtiler. Ertesi gün
bir kısım Türk mevzileri düştü. Pek çok müslüman-Türk subayını ve erini gözü
dönmüşcesine süngüleyerek şehîd ettiler. Daha fazla mukavemet imkânı kalmayan
Şükrü Paşa, 26 Mart 1913 Çarşamba günü öğle üzeri Bulgar başkumandanına bir
zabit göndererek teslim olacağını bildirdi ve usulen kılıcını Bulgar
başkumandanına teslim etti. Şükrü Paşa ve kurmay hey’eti ile diğer subaylar, 29
Mart’ta trenle Filibe ve Sofya’ya sevk edildiler. Esir alınan 28. 500 asker ise
Tunca nehri kıyısında bulunan sarayda toplandı. Bu kahramanlar burada, bir ay
kadar açlıktan, ağaç kabukları yiyerek sefalet ve zulüm altında kolera ve
dizanteriden inleye inleye, bile bile ölüme terk edildiler. Bu arada Edirne
halkına yapılan saldırılar, ırza geçmeler, katliâmlar cildler doldurur. Bu
durumu tesbit eden bazı tarafsız batılı ülkeler, Bulgar mezâlimine; medeniyet
için birer yüz karası demekten kaçınmamışlardır. Zira Türk öldürmek, Bulgar için
dînî bir borç sayılıyordu. Bir ay içinde 40.000’i aşkın ev tahrib edildi ve
câmilere çan asıldı.
Bütün imkânsızlıklara rağmen Şükrü
Paşa belki bir müddet daha mukavemet edebilirdi. Fakat muhasara sırasında
Edirne’ye gelen Talat Paşa ve Behâeddîn Şâkir Bey’in, askerlerin arasına girerek
harb etmemeye teşvik eden menfî propagandaları yüzünden ordunun morali bozulmuş,
sonunda ordunun mukavemeti kırılıp, elîm netîce ortaya çıkmıştır (Bkz. Şükrü
Paşa).
Çatalca’ya kadar ilerleyen Bulgar
orduları, savunmadan mahrum sivil Türk halkını öldürmekten sadistçe zevk
duyuyorlardı. Bulgar çeteleri girdikleri yerlerde katliâmlar yaptılar.
Kadın-çoçuk ele geçirdiklerini parça parça etmişlerdir. Drama’da Türk
zenginlerinden birisinin kafası kesildikten sonra, vücûdundan ayrılan başı bir
sandık üzerine konulmuş ve maktulün ağzına ayrıca bir de pipo sıkıştırılmıştı.
Kiliseye çevrilen câmilerdeki minareler alelacele yıkılmıştır. Bunca mezâlim ve
vahşetlerden sonra erkeksiz, yapayalnız kalan müslüman ailelerinin evlerine
zorla girilerek kadınların ırzına geçilmiştir. Müslüman hanımlardan pek çoğunun
burnu ile memeleri kesildiği gibi çocukları da gözlerinin önünde katlolunmuştur.
Batı cephesinde ise 6 Mart 1913’de
Yanya düşmüş, 17 Mart 1913’de Yunan ordusu Erperi sancak merkezine girmişti. 25
Mart’ta İşkombi taraflarında bulunan Cevâd Paşa idaresindeki fırka Sırplara
teslim olmuş, bütün Rumeli hemen hemen elden çıkmıştı. Yalnız İşkodra’da Hasan
Rızâ Paşa bir türlü düşmana teslim olmuyor, o da Edirne müdafii Şükrü Paşa gibi
kendisine verilen vazîfeyi canı pahasına yürütüyordu. Fakat bu kahraman da,
İşkodra’da bulunan ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ eden
hâinlerden olan Es’ad Toptânî adındaki eski Draç meb’ûsu Arnavud tarafından
sûikasdle şehîd edildi. İşkodra’da bu hâin, kumandayı ele aldı ve derhâl Karadağ
ordusuyla gizlice haberleşerek, 22 Nisan 1913’de İşkodra’yı düşmana teslim etti
(Bkz. Hasan Rızâ Paşa).
Osmanlı donanmasına nazaran daha
kuvvetli olan Yunan donanması, bu harbin cereyanı sırasında Limni, Bozcaada,
Midilli, Karyot, Sakız, Taşoz, İmroz ve Semadirek adalarını işgal etti.
İtalyanların işgalinde bulunan on iki adanın dışında kalan bütün Ege denizi
adaları Yunanlıların eline geçti. Yunan donanması, Çanakkale boğazını abluka
etti. Osmanlı donanması, 16 Aralık 1913’de Çanakkale’yi geçerek Yunan donanması
ile imroz önünde bir deniz savaşı verdi. Yunan donanmasına ağır kayıplar
verdirildiyse de abluka kaldırılamadı. Mondros önlerinde bir deniz muhârebesi
daha yapıldı. Ancak netice alınamayarak Çanakkale’ye dönüldü. Biraz sonra Rauf
Bey (Orbay) kumandasındaki Hamîdiye kruvazörü yedi ay süren maceralı bir seyre
çıktıysa da müsbet bir netice alınamadı.
İttihâd ve Terakkî fırkası’nın 23
Ocak 1913’de gerçekleştirdiği Bâb-ı âlî baskınından sonra sadâret makamına
getirilen Mahmûd Şevket Paşa zamanında, yukarıda anlatıldığı gibi, Balkan harbi
tamamen kaybedildi. Hâriciye nâzırı prens Saîd Halım Paşa’nın direktifiyle,
Osmanlı Devleti’nin Londra elçisi Tevfik Paşa, barış görüşmeleriyle ilgili
olarak büyük devletlerin arabuluculuğunu kabul edeceğini İngiltere hâriciye
nâzırına bildirdi. Bunun üzerine İstanbul’daki elçiler, hâriciye nâzırı Saîd
Halim Paşa’ya bir ay sonra 31 Mart 1913’de dört maddelik bir nota verdiler.
İttihâd ve Terakkî hükümeti ertesi gün notayı kabul ettiğini bildirdi ve
Bulgarlarla yeniden bir mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da
yapılarak 30 Mayıs 1913’de imzalandı. Yedi maddelik barış andlaşmasına göre
Midye-Enez hattı sınır olarak kabul ediliyor, Edirne Bulgarlara terk ediliyor,
Arnavutluk hudutlarının tâyini ve adaların geleceği büyük devletlere
bırakılıyor, Osmanlı Devleti Girid üzerindeki bütün haklarından vazgeçiyordu.
Böylece Kâmil Paşa’yı ihânetle itham
edip, millete karşı Edirne’yi kurtarma taahhüdüne giren ve bir baskınla iktidara
gelen İttihâd ve Terakkî komitesi, bu andlaşmayla bütün Rumeli’yi Balkan
devletlerine terk ediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder