Osmanlıların kuruluş devrini yaşamış
olan büyük âlim ve evliyâ. Yıldırım Bâyezîd Han’ın dâmâdı olup, seyyiddir.
Nesebi (soyu) hazret-i Hüseyin’e dayanır. İsmi, Muhammed bin Ali, lakabı
Şemsüddîn’dir. 1368 (H. 770) târihinde Buhârâ’da doğdu. 1430 (H. 833) târihinde
Bursa’da tâûn hastalığından vefât etti. Kendi ismiyle anılan câmi yanındaki
türbesinde medfûndur. Ziyaret edenler mübarek ruhundan feyz almaktadır.
Emir Sultan, âlim ve ilim menbaı
olan Buhârâ’da yetişti. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede ilim tahsil
etti. Niyeti Medine’ye yerleşmekti. Ancak gördüğü bir rüya üzerine Bursa’ya
geldi. Bursa’da Şemseddîn Fenârî’den ders aldı ve icazet yâni diploması hocası
tarafından yazıldı. Başta Yıldırım Bâyezîd Han olmak üzere, Bursalıların
sevgisini kazandı. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’ın kızı Hundi Hâtun’la evlendi.
Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’a Abbasi halîfesi tarafından Sultân-ı İklim-i rûm
ünvânı verildiğinde, kılıcı Pâdişâh’a Emir Sultan kuşattı. Emir Sultan, Kerâmetler
sultânı diye de anılmıştır. Zamanındaki Osmanlı sultanları kendisine
hürmet eder, sefere çıkacaklarında huzuruna gelip, mübarek duâsını alırlardı.
Onun eliyle kılıç kuşanırlardı. Emir Sultan hayâtı boyunca din ve vatan için
yapılan gazâları teşvik etti. Talebelerine bu işlerin kudsiyetini devamlı
anlatırdı. Vefâtından sonra bile mânevi yardımlarının serhat boylarındaki
gâziler tarafından görüldüğü devamlı anlatıla gelmiştir.
Emir Sultan hazretleri çok gayret
göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi. İki
müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemiyen Emir Sultan,
neticenin ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara muhârebesinin başlamasına
çok az bir zaman varken, eşi Hundi Hâtûn’un isteği üzerine cepheye vardı ve
Yıldırım Bâyezîd Han ile görüştü. Buna rağmen savaştan vazgeçiremedi. Emir
Sultan’ın îkâz ettiği şekilde muhârebe Yıldırım Bâyezîd Han’ın aleyhine
neticelendi.
Ledünnî ilme sâhib olan Emir Sultan
hazretlerinin çok kerâmeti görülmüştür. Bâzıları şöyledir:
Emîr Sultan hazretleri, Medîne-i
münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken,
bir rüya gördü. Rüyasında Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile hazret-i
Ali’yi yanyana oturmuş gordu. Yanlarına vardı ve diz çöküp oturdu. Hazret-i Ali
ona; “Ey oğlum! Sana cenâb-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in (sallallahü
aleyhi ve sellem) sünnetini, takva yoluyla öğretmen için rûm iline gitmen işaret
olundu. Senin önünde, ilerleyen nurdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede
gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak” dedi. Emir Sultan
uykudan uyanınca; “Demek ki takdîr-i ilâhî böyle” diyerek yola çıktı. Hazret-i
Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti. Bursa’ya geldiği zaman,
önündeki nurdan üç kandil, pınar başında üç servi civarında fakirler için tahsis
edilmiş eski bir kilisenin yanında kayboldular. Böylece Emir Sultan Bursa’ya
yerleşti.
Yıldırım Bâyezîd Han, müslümanların
ibâdet etmeleri için, Bursa’nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bu
durumdan vezirini de haberdâr etti. Bugünkü Ulu Câmi’nin yeri uygun görüldü ve
arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül rızasıyla
arsalarını verdi. Fakat câminin inşâ edileceği yerde ihtiyar bir kadının evi
vardı. “Ben evimi satmam” diye diretiyordu. Ona; “Bize bu ev mutlaka lâzım”
denildi ise de, hiç kimsenin sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han
kadının yanına gidip, durumu anlattı, fakat fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan,
dîvânı toplayarak bu hususu görüştü. Dîvânda, Emir Sultan’a durumun bildirilmesi
ve ona göre hareket edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emir Sultan’ın
yanına giderek durumu anlattı ve; “Sizin himmetinize muhtacız, yoksa câmi
yapılamaz” dedi. O gece ihtiyar kadın rüyasında mahşer günündeki hâlini gördü.
Herkes Muhammed aleyhisselâmdan şefâat umup Cennet tarafına gidiyorlardı.
İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet’e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı
için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyar kadın feryâd
etmeye başlayınca, zebânîler ona; “Niye ağlıyorsun?” diye sordular, ihtiyar
kadın; “Müslüman taife Cennet’e gitti. Ben kaldım onun için ağlarım” dedi. O
sırada gâibden bir ses; “Eğer sen de Cennet’e gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd
Han’a evini sat, inad etme yoksa inatçılardan olup cehennemlik olursun” dediği
anda uyandı. Evini bir nurun kapladığını gördü. “Elhamdülillah ben de Cennet
ehli oldum” diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgul oldu. Sonra gönül rızâsı ile
evini satarak câminin yapılmasına vesîle oldu.
Emir Sultan hazretleri, devamlı
olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde otururdu. Mübarek dudakları devamlı hareket
eder ve şu şiiri sık sık söylerdi:
“Eğer gönlün
benimle olursa,
Yemen’de olsan bile yanımdasın.
Eğer gönlün benimle değilse,
Yanımda olsan bile uzaktasın.
Yemen’de olsan bile yanımdasın.
Eğer gönlün benimle değilse,
Yanımda olsan bile uzaktasın.
Dinle bak Hak ne
hoş söyledi.
Zebur’unda Davud’a buyurdu.
Düşman ol önce nefs belâsına,
Ondan, bana uymakla kurîulasın.
Zebur’unda Davud’a buyurdu.
Düşman ol önce nefs belâsına,
Ondan, bana uymakla kurîulasın.
Gel şimdi sen de
düşman ol nefsine,
Zayi eyle onu her ne dilerse,
Sen bu işte atarak riyâyı,
Kendine rehber kıl evliyâyı.
Zayi eyle onu her ne dilerse,
Sen bu işte atarak riyâyı,
Kendine rehber kıl evliyâyı.
Eğer anlarsan budur
sâna ol,
Nefsinin şerrinden halâs ol,
Nefsinin muradından uzak dur,
Düşersen eğer şeytana uzak dur”
Nefsinin şerrinden halâs ol,
Nefsinin muradından uzak dur,
Düşersen eğer şeytana uzak dur”
Osmanlı edebiyatı içinde şiirleri
ile mühim yer tutan meşhur şâir Ahmed Paşa onun için;
Ne akdı rûma bir
ulu derya senin gibi,
Ne âleme getirdi Buhârâ senin gibi.
Ne âleme getirdi Buhârâ senin gibi.
Can mülkünü
muhabbetin ârâyiş eyledi,
Kimdir cihânda memleket-ârâ senin gibi.
Kimdir cihânda memleket-ârâ senin gibi.
diyerek, Anadolu’ya Emir Sultan
hazretleri gibi başka bir büyüğün gelmediğini, Buhârâ’da onun gibi bir yüce
zâtın doğmadığını, can ülkesinin onun sevgisi ile süslendiğini ve cihânda
ülkeleri ondan başka kimsenin süsleyemeyeceğini dile getirmiştir.
ARANAN ASKER
Emir Sultan Bursa’ya geldiği zaman,
Yıldırım Bâyezîd Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri Osmanlı ordusuna
büyük zayiat verdiriyorlardı. Bu esnada bir genç, yaralıların yaralarını
sarıyor, bâzan da ellerini açıp duâ ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım
Bâyezîd, bu genç askerin gayret ve maharetle yaraları sardığını görünce, ona
karşı kalbinde bir yakınlık hâsıl oldu. Yanına kadar giderek; “Benim de kolumda
yara var, yaramı sar” deyince. Emir Sultan cebinden bir mendil çıkarıp yarasını
sardı. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa
kalktıklarını Yıldırım Bâyezîd Han’a haber verdiler. Yıldırım Bâyezîd merak edip
kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine
hediye ettiği mendilinin yarısı olduğunu gördü. Akşam yaraları saran askerin,
yanına getirilmesini emretti ise de bulamadılar.
Aylar sonra Bursa’ya dönen Osmanlı
ordusunu ve sultânı karşılayanlar arasında Emir Sultan da vardı. Yıldırım
Bâyezîd, onunla selâmlaşınca, harb meydanında yaralıların yaralarını ve kendi
yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. Sultan, ona şifreli olarak; “O el
çabukluğu ne idi?” diye sordu. Emir Sultan; “Allah’ın
kuvvet ve yardımı, o biât edenlerin vefâ ve sadâkatlerinin
üzerindedir” (Feth sûresi: 10) mealindeki âyet-i
kerîmeyi okudu. Yıldırım Bâyezîd; “Ya o mendilin yarısı ne oldu? diye sorunca,
Emir Sultan; “Babacığım, o mendilin yarısı cebimdedir. Bendeniz damadınız
Muhammed Şemseddîn” dedi. Yıldırım Bâyezîd Han atından inip onunla kucaklaştılar
ve göz yaşlarını tutamıyarak ağlaştılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder