6 Nisan 2012 Cuma

Emir Sultan


Osmanlıların kuruluş devrini yaşamış olan büyük âlim ve evliyâ. Yıldırım Bâyezîd Han’ın dâmâdı olup, seyyiddir. Nesebi (soyu) hazret-i Hüseyin’e dayanır. İsmi, Muhammed bin Ali, lakabı Şemsüddîn’dir. 1368 (H. 770) târihinde Buhârâ’da doğdu. 1430 (H. 833) târihinde Bursa’da tâûn hastalığından vefât etti. Kendi ismiyle anılan câmi yanındaki türbesinde medfûndur. Ziyaret edenler mübarek ruhundan feyz almaktadır.

Emir Sultan, âlim ve ilim menbaı olan Buhârâ’da yetişti. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede ilim tahsil etti. Niyeti Medine’ye yerleşmekti. Ancak gördüğü bir rüya üzerine Bursa’ya geldi. Bursa’da Şemseddîn Fenârî’den ders aldı ve icazet yâni diploması hocası tarafından yazıldı. Başta Yıldırım Bâyezîd Han olmak üzere, Bursalıların sevgisini kazandı. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’ın kızı Hundi Hâtun’la evlendi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’a Abbasi halîfesi tarafından Sultân-ı İklim-i rûm ünvânı verildiğinde, kılıcı Pâdişâh’a Emir Sultan kuşattı. Emir Sultan, Kerâmetler sultânı diye de anılmıştır. Zamanındaki Osmanlı sultanları kendisine hürmet eder, sefere çıkacaklarında huzuruna gelip, mübarek duâsını alırlardı. Onun eliyle kılıç kuşanırlardı. Emir Sultan hayâtı boyunca din ve vatan için yapılan gazâları teşvik etti. Talebelerine bu işlerin kudsiyetini devamlı anlatırdı. Vefâtından sonra bile mânevi yardımlarının serhat boylarındaki gâziler tarafından görüldüğü devamlı anlatıla gelmiştir.
Emir Sultan hazretleri çok gayret göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi. İki müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemiyen Emir Sultan, neticenin ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara muhârebesinin başlamasına çok az bir zaman varken, eşi Hundi Hâtûn’un isteği üzerine cepheye vardı ve Yıldırım Bâyezîd Han ile görüştü. Buna rağmen savaştan vazgeçiremedi. Emir Sultan’ın îkâz ettiği şekilde muhârebe Yıldırım Bâyezîd Han’ın aleyhine neticelendi.
Ledünnî ilme sâhib olan Emir Sultan hazretlerinin çok kerâmeti görülmüştür. Bâzıları şöyledir:
Emîr Sultan hazretleri, Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken, bir rüya gördü. Rüyasında Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile hazret-i Ali’yi yanyana oturmuş gordu. Yanlarına vardı ve diz çöküp oturdu. Hazret-i Ali ona; “Ey oğlum! Sana cenâb-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetini, takva yoluyla öğretmen için rûm iline gitmen işaret olundu. Senin önünde, ilerleyen nurdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak” dedi. Emir Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdîr-i ilâhî böyle” diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti. Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nurdan üç kandil, pınar başında üç servi civarında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin yanında kayboldular. Böylece Emir Sultan Bursa’ya yerleşti.
Yıldırım Bâyezîd Han, müslümanların ibâdet etmeleri için, Bursa’nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bu durumdan vezirini de haberdâr etti. Bugünkü Ulu Câmi’nin yeri uygun görüldü ve arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül rızasıyla arsalarını verdi. Fakat câminin inşâ edileceği yerde ihtiyar bir kadının evi vardı. “Ben evimi satmam” diye diretiyordu. Ona; “Bize bu ev mutlaka lâzım” denildi ise de, hiç kimsenin sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han kadının yanına gidip, durumu anlattı, fakat fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan, dîvânı toplayarak bu hususu görüştü. Dîvânda, Emir Sultan’a durumun bildirilmesi ve ona göre hareket edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emir Sultan’ın yanına giderek durumu anlattı ve; “Sizin himmetinize muhtacız, yoksa câmi yapılamaz” dedi. O gece ihtiyar kadın rüyasında mahşer günündeki hâlini gördü. Herkes Muhammed aleyhisselâmdan şefâat umup Cennet tarafına gidiyorlardı. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet’e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyar kadın feryâd etmeye başlayınca, zebânîler ona; “Niye ağlıyorsun?” diye sordular, ihtiyar kadın; “Müslüman taife Cennet’e gitti. Ben kaldım onun için ağlarım” dedi. O sırada gâibden bir ses; “Eğer sen de Cennet’e gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd Han’a evini sat, inad etme yoksa inatçılardan olup cehennemlik olursun” dediği anda uyandı. Evini bir nurun kapladığını gördü. “Elhamdülillah ben de Cennet ehli oldum” diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgul oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini satarak câminin yapılmasına vesîle oldu.
Emir Sultan hazretleri, devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde otururdu. Mübarek dudakları devamlı hareket eder ve şu şiiri sık sık söylerdi:
“Eğer gönlün benimle olursa,
Yemen’de olsan bile yanımdasın.
Eğer gönlün benimle değilse,
Yanımda olsan bile uzaktasın.
Dinle bak Hak ne hoş söyledi.
Zebur’unda Davud’a buyurdu.
Düşman ol önce nefs belâsına,
Ondan, bana uymakla kurîulasın.
Gel şimdi sen de düşman ol nefsine,
Zayi eyle onu her ne dilerse,
Sen bu işte atarak riyâyı,
Kendine rehber kıl evliyâyı.
Eğer anlarsan budur sâna ol,
Nefsinin şerrinden halâs ol,
Nefsinin muradından uzak dur,
Düşersen eğer şeytana uzak dur”
Osmanlı edebiyatı içinde şiirleri ile mühim yer tutan meşhur şâir Ahmed Paşa onun için;
Ne akdı rûma bir ulu derya senin gibi,
Ne âleme getirdi Buhârâ senin gibi.
Can mülkünü muhabbetin ârâyiş eyledi,
Kimdir cihânda memleket-ârâ senin gibi.
diyerek, Anadolu’ya Emir Sultan hazretleri gibi başka bir büyüğün gelmediğini, Buhârâ’da onun gibi bir yüce zâtın doğmadığını, can ülkesinin onun sevgisi ile süslendiğini ve cihânda ülkeleri ondan başka kimsenin süsleyemeyeceğini dile getirmiştir.

ARANAN ASKER

Emir Sultan Bursa’ya geldiği zaman, Yıldırım Bâyezîd Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri Osmanlı ordusuna büyük zayiat verdiriyorlardı. Bu esnada bir genç, yaralıların yaralarını sarıyor, bâzan da ellerini açıp duâ ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bâyezîd, bu genç askerin gayret ve maharetle yaraları sardığını görünce, ona karşı kalbinde bir yakınlık hâsıl oldu. Yanına kadar giderek; “Benim de kolumda yara var, yaramı sar” deyince. Emir Sultan cebinden bir mendil çıkarıp yarasını sardı. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını Yıldırım Bâyezîd Han’a haber verdiler. Yıldırım Bâyezîd merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilinin yarısı olduğunu gördü. Akşam yaraları saran askerin, yanına getirilmesini emretti ise de bulamadılar.
Aylar sonra Bursa’ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultânı karşılayanlar arasında Emir Sultan da vardı. Yıldırım Bâyezîd, onunla selâmlaşınca, harb meydanında yaralıların yaralarını ve kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. Sultan, ona şifreli olarak; “O el çabukluğu ne idi?” diye sordu. Emir Sultan; “Allah’ın kuvvet ve yardımı, o biât edenlerin vefâ ve sadâkatlerinin üzerindedir” (Feth sûresi: 10) mealindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Yıldırım Bâyezîd; “Ya o mendilin yarısı ne oldu? diye sorunca, Emir Sultan; “Babacığım, o mendilin yarısı cebimdedir. Bendeniz damadınız Muhammed Şemseddîn” dedi. Yıldırım Bâyezîd Han atından inip onunla kucaklaştılar ve göz yaşlarını tutamıyarak ağlaştılar. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder