Babası.................... : Murâd
Han-II
Annesi.................... : Hadîce Âlime-Hüma
Hâtûn
Doğumu.................. : 30 Mart
1432
Vefâtı...................... : 3 Mayıs
1481
Tahta
Geçişi............ : (ilk) defa) Ağustos 1444
(ikinci defa)18 Şubat 1451
Saltanat
Müddeti..... : 31
sene
Yedinci Osmanlı Pâdişâhı ve İstanbul
fâtihi. Sultan İkinci Murâd Han’ın oğlu olup, 30 Mart 1432 Pazar günü Hadîce
Alime-Hüma Hâtun’dan Edirne’de doğdu. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın doğum târihi,
bâzı kaynaklarda küçük farklarla değişik rivayet edilmiştir. Bâzı gayr-i müslim
tarihçiler, Fâtih’in annesinin Türk olmadığını iddia ederler ise de, anası Türk
ve müslüman kızı olduğu, ilgili mahkeme kayıtları ile Bursa’daki Muradiye
Câmii’nin yüz metre kadar doğusunda bulunan Hâtuniyye Türbesi’nin 1449 senesinde
yazılmış olan kitabesinin okunması ile isbatlanmıştır. Hadîce Âlime-Hümâ Hâtûn,
İsfendiyâroğulları da denilen Candaroğullarına mensuptur.
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine
çok ehemmiyet verilen şehzâde Mehmed, devrin en mümtaz âlimlerinden ilim
öğrendi. Okumaya başlayacağı gün Çandarlı Halil Paşa kendisine sırmalı bir cüz
kesesi gönderdi. İlk hocası Molla Yegan’dı. Daha sonra, meşhur din ve fen âlimi,
zahirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn hazretlerinin terbiyesine
verildi. Akşemseddîn, şehzâdenin her şeyi ile bizzat ilgilenirdi. Şehzâde
Mehmed, idarî yönden tecrübe kazanması için Manisa sancakbeyliğine tâyin edildi.
Tahsiline çok önem verildiğinden, Molla Ayas gibi devrin meşhûr âlimleri
şehzâdeye husûsî ders verdiler. O senelerde hacca giden ilk Osmanlı şeyhülislâmı
Molla Fenârî, Mısır’da büyük âlimlerin derslerinde yetişmiş olan hadîs, tefsîr
ve fıkıhta yüksek âlim olan Molla Gürânî’yi beraberinde Edirne’ye getirmişti.
Sultan Murâd’a takdîm edilen Molla Gürânî, önce Bursa medreselerinden birine
müderris tâyin edildi. Daha sonra da, şehzâdeyi iyi bir şekilde yetiştirmesi
için, Manisa’ya gönderildi. Şehzâde Mehmed’in mîzâcının sertliği, Molla
Gürânî’nin tatlı-sert eğitim metoduna yenildi ve şehzâde kısa bir süre sonra
dört elle ilme sarılıp, dinlenirken de teknik işlerle uğraşmaya başladı. Güzel
bir eğitimden geçip matematik, hendese (geometri), hadîs, tefsîr, fıkıh, kelâm
ve târih ilimlerinde iyi şekilde yetişti. İdare edeceği memleketlerden kim
gelirse gelsin, ona kendi dili ile hitâb etmek için Arabça, Farsça, Latince,
Yunanca ve Sırpça öğrendi. Öğrendiği din bilgileri ile, kendi hayat tarzını,
kânun ve nizâmını tanzim etti. Fen ve teknik bilgilerle, istikbâlde yapacağı
savaşları, kolaylaştıracak teknikler geliştirmeye çalıştı. Târih ve coğrafya
bilgilerinde kendini yetiştirip, geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri
öğrenerek tecrübe kazandı. Dünyâ cihângirlerinin hayatlarını dikkatle
inceleyerek, bunların doğru ve yanlış hareketlerine hakkıyla vâkıf oldu ve
tecrübelerinden istifâde etti. Bu hâdiselerin muhasebesi neticesinde, plânlı ve
sistemli hareket etme fikrinin lüzumuna inandı. Kudretli bir asker olduğu kadar
geniş görüşlü bir fikir adamı olarak yetişen Fâtih, şehzâdeliği ve pâdişâhlığı
sırasında fıkıhda, Molla Hüşrev; tefsirde, Molla Gürânî, Molla Yegan ve Hızır
Çelebi; matematikte, Ali Kuşçu; kelâmda, Hocazâde ve Ali Tûsî’den ilim öğrendi.
Ayrıca Anconal Giriaco’dan batı târihini öğrendi.
Şehzâde Mehmed, Manisa sancak
beyliğine getirildiği sene, ağabeyi Amasya vâlisi şehzâde Alâeddîn Ali
Çelebi’nin vefâtı üzerine, yegâne velîahd durumuna geldi. Şehzâde Mehmed, 1444
senesinde Edirne’ye çağrıldı. Devletin, Anadolu ve Rumeli’den iki taraflı
baskıya mâruz kalmasıyla, ömrünü muhârebe meydanlarında geçirmesinden dolayı
rahatsızlanan sultan Murâd Han, oğlu şehzâde Mehmed’i tahta geçirmek istiyordu.
Sultan Murâd, Macaristan ve Lehistan kralı ile imzaladığı Edirne-Segedin
muahedesinden sonra, ikide bir Osmanlı topraklarına tecâvüz eden Karamanoğlu
İbrâhim Bey’in üzerine gitti. Edirne’de oğlu şehzâde Mehmed’i yanında tecrübeli
paşalar olduğu hâlde bıraktı. İbrâhim Bey’in özür dileyip anlaşma taleb etmesi
üzerine müslüman kanı akmasını istemeyen Sultan, sulh anlaşması imzaladı. Sultan
Murâd Han Edirne’ye dönmeyip, Manisa’ya çekildi ve saltanatı on iki yaşındaki
oğlu şehzâde Mehmed’e bıraktığını açıkladı (Ağustos 1444).
Sultan Murâd Han’ın, yerini çocuk
yaştaki oğluna bırakarak tahttan çekildiğini haber alan Avrupa devletleri,
Osmanlı topraklarını taciz etmeye başladı. Ayrıca Osmanlıları Avrupa tarafından
atmak için büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Sultan Mehmed, bir mektupla
durumu babasına bildirdi. Devletin büyük bir tehlike içinde olduğunu anlayan
Murâd Han, Anadolu askerleri ile birlikte Anadolu Hisarı’nın bulunduğu yere
geldi. Kiralanan Ceneviz gemileriyle ordu Rumeli’ye geçirildi. Edirne’ye gelen
Murâd Han, oğlunu tahttan indirmedi. Başkumandan sıfatıyla hareket etti. Sultan
Mehmed’i, sadrâzam Çandarlı Halil Paşa ile birlikte Edirne’de bırakan sultan
Murâd, kırk bin kişilik ordusunun başında hareket etti. Haçlı ordusu ile 10
Kasım 1444’de Varna ovasında karşılaştı. Muhârebe, Osmanlı ordusunun tam bir
zaferiyle neticelendi. Sultan Murâd, tekrar Edirne’ye dönüp, bir sene kadar oğlu
ile beraber kaldı. 1445 senesinde oğlu Mehmed’i Edirne’de bırakıp kendisi tekrar
Manisa’ya gitti. Ancak Zağanos Paşa ile Çandarlı Halil Paşa arasında cereyan
eden bâzı hâdiseler sebebiyle, sultan Murâd Edirne’ye gelerek, tekrar devletin
başına geçti. Sultan Mehmed de Manisa’ya gönderildi. Babasının vefâtına kadar
Manisa vâlisi olarak kaldı. Fâtih, Manisa’da geçirdiği bu ikinci şehzâdelik
devresinde gerek şahsı, gerek Osmanlı Devleti için çok verimli oldu. Zîrâ genç
şehzâde bu müddet zarfında akademik faaliyet devresine girerek, liyakatli
hocalar karşısında bilgi ve tecrübesini arttırdı.
3 Şubat 1451 günü sultan İkinci
Murâd vefât edince, Çandarlı Halil Paşa ve diğer vezirler, şehzâde Mehmed’e
haber göndererek, babasından boşalan Osmanlı tahtına geçmek üzere derhâl hareket
etmesini bildirdiler, iç ve dış tehlikeleri göz önünde tutan Çandarlı Halil
Paşa, Sultân’ın vefâtını gizledi ve şehzâdenin Edirne’ye gelişine kadar devleti
idare etti. Manisa’da, hükümdar olacağı zaman yapacağı büyük işlerin plânlarını
hazırlayan genç Sultan, babasının vefât haberi gelir gelmez atına bindi ve;
“Beni seven arkamdan gelsin” diyerek yola çıktı. 17 Şubat günü Edirne’ye gelen
sultan Mehmed, muhteşem bir karşılama ile şehre girdi. Ertesi gün vezirler ve
devlet erkânının hazır bulunduğu bir törenle tekrar Osmanlı tahtına geçti. Bu
tören sırasında sadrâzam Çandarlı Halil Paşa ile vezir İshak Paşa, Sultan’ın
biraz uzağında durmuşlardı. Halil Paşa, genç Sultan’ın tahttan inmesine sebeb
olduğu için durumundan emin değildi. Sultan Mehmed, kızlar ağasına dönerek;
“Babamın vezirleri ne için benden bu kadar uzak duruyorlar? Halil Paşa’ya söyle
mutâd yerine geçsin. İshak Paşa da Anadolu orduları ve kumandanları ile beraber
babamın nâşını Bursa’ya götürsün” dedi.
Saltanat değişikliği dolayısı ile
fırsattan faydalanmak isteyen Karamanoğlu, yine Osmanlı topraklarına tecâvüz
edip bir çok kasabayı ele geçirdi. Genç Sultan, Bizans hakkındaki karârını bir
an önce uygulamak için, Anadolu’da bir mes’ele olmasını istemiyordu. Bunun için
yeni pâdişâh ilk seferini Karamanoğlu üzerine yaptı. Ordusu ile Akşehir ve
Beyşehir üzerine gelen genç Pâdişâh karşısında tutunamayan İbrâhim Bey,
Taşeli’ne çekildi ve âlim bir zât olan Molla Velî vasıtasıyla sulh istedi.
Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir’i boşaltması ve seferlerde asker göndermesi
şartıyla andlaşma yapıldı. Sefer dönüşünde Macaristan saltanat naibi Jan Hunyand
ile üç senelik sulh andlaşması imzaladı. Ayrıca Eflak, Midilli, Sakız, Rodos ve
diğer devletlerle de muahedelerini yeniledi. Karaman seferine çıkmadan önce
Bizansla yaptığı andlaşmada, İstanbul’da bulunan Osmanlı hânedânına mensup
şehzâde Orhan’a âit senelik üç yüz bin akçenin, önceki senelerdeki gibi
verilmesini taahhüd etmişti. Karaman seferi sırasında, Bizans imparatoru bu
durumdan istifâde etmek istedi ve şehzâde Orhan için verilen tahsisatın
arttırılmasını taleb etti. Duruma sinirlenen sultan Mehmed, elçileri güler yüzle
karşılayıp, az zaman sonra, Edirne’ye döneceğini ve orada görüşerek isteklerini
yerine getireceğini söyledi. Edirne’ye döndükten sonra, ilk önce Orhan’ın
tahsisatı için ayrılan Karasu mıntıkasına me’murlar göndererek varidatın
verilmemesini emretti ve parayı toplamakla görevli Bizanslı me’murları kovdurdu.
Bu, Bizans imparatorunun, şehzâde Orhan hakkındaki yersiz isteklerinin cevâbı
oldu.
Sultan Mehmed Han, Karamanoğlu
mes’elesini yoluna koyduktan sonra, kangren hâline gelen Bizans mes’elesini
hâlletmek üzere bütün gayretini bu konu üzerinde topladı. İstanbul’un fethine
başlangıç olarak, Anadolu Hisarı’nın tam karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırmaya
karar verdi. Bu hisarın inşâsına 1452 senesi Mart ayının yirmi birinde başlandı.
Hisarın yapılacağı yeri bizzat kendisi seçti. Burası İstanbul boğazının en dar
yeriydi. Boğazkesen adı da verilen hisar, geceli-gündüzlü çalışmalar sonunda
aynı senenin Temmuz ayında tamamlandı. Karşılıklı iki kale ile boğaz kontrol
altına alınmış oldu. Hisarın kumandanlığı Fîruz Ağa’ya verilip, maiyyetine dört
yüz yeniçeri ile silâh ve cephane verildi (Bkz. Rumeli Hisarı). Hisarın inşâ işi
bittikten sonra genç Sultan, ordugâhını İstanbul surlarının karşısına kurdu.
Buradan surları, surların zayıf ve kuvvetli taraflarını, arazi şeklini tedkîk
etti ve Eylül ayının birinci günü Edirne’ye döndü.
Genç Sultan, 1452-1453 senesi kışını
Edirne’de harb hazırlıkları ile geçirdi. Osmanlılara iltica eden, top döküm
ustası Macar Urban nezâretinde muhasarada kullanılacak büyük toplar döktürdü.
1453 senesi baharında Pâdişâh, ordusuyla Edirne’den hareket etti. İstanbul
çevresinde Bizanslılara âid yerleri fethetti. Tehlikenin yaklaştığını farkeden,
Bizans İmparatoru, Avrupalı dostlarından yardım istedi ve Haliç’in girişini
zincirlerle kapattırdı.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce
İstanbul’u fethetmek ve Peygamber efendimizin müjdesine mazhâr olabilmek arzusu
ile tutuşan sultan Mehmed, bu mes‘elenin halli için büyük topları İstanbul
surları önlerine yerleştirdi. Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlanmak
üzere boş fıçılar üstüne kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bir köprüyü
Kasımpaşa-Ayvansaray arasında inşâ ettirdi. Bu çalışmaları gören Bizanslılar su
üzerinde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmettiler. 6 Nisan’da
İstanbul’u kuşatma başladı. 18 Nisan’da İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi
Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisan’da sulh teklifine gelen
Bizans elçisine genç Pâdişâh; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni alır” dedi. 29
Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. Böylece ortaçağ sona erip
yeniçağ başladı (Bkz. İstanbul’un fethi).
İstanbul’u fethettikten sonra Fâtih
ünvânını alan Sultan, Ortodokslara ve Cenevizlilere serbestlik tanıdı. Bâzı
Avrupalı tarihçiler, Türklerin Avrupa’da sür’atli bir şekilde ilerlemesini,
Avrupa’nın kolay bir şekilde fethini bu davranışa bağlarlar ve Türk
İmparatorluğu, bu hâdise ile cihân şümul hâle gelmiştir, şeklinde yazarlar. 21
yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks
Hıristiyanlığın katoliklerle birleşmesini önledi. İstanbul’un fethi ile Osmanlı
Cihân Devleti’nin temelleri atılmış oldu.
Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un
fethinden sonra, Balkanlarda hâkimiyetini genişletmek yollarını aradı.
Sırbistan, Macaristan ile Osmanlı toprakları arasında tampon bir devlet
durumunda idi. Sırp kralı Vilkoğlu Yorgi, İstanbul’un fethinden sonra, Edirne’de
bulunan Fâtih’e bir hey’etle hem fethi tebrik ve hem de Osmanlı Devleti’ne âid
iken, kendilerinin işgal ettiği bâzı kalelerin anahtarlarını gönderdi. Fakat
diğer taraftan da Osmanlılar aleyhine hazırlanmak istenen bir haçlı seferine
iştirak etmek için Macarlarla görüşüyordu. Fâtih, bu hareketleri, casusları
vasıtasıyla öğrenmiş ve ona göre hazırlanmıştı. Osmanlı dîvânı, Sırp hey’etine
kendilerine âid iken Sırplara geçen bu kalelerden başka yine kendilerinin olan
diğer kalelerin anahtarını istedi. Red cevâbı ahnca, 1454 senesi baharında
Sırbistan üzerine sefer düzenledi. Bu seferde Ostroviç, Omol ve Sivricehisar
zaptedildi. Osmanlı ordusu Sırbistan topraklarından çekilir çekilmez, Vidin Niş
bölgesinde kral Hunyad kumandasındaki Macarlar güneyden, Brankoviç emrindeki
Sırplar ise diğer taraftan hareket ederek Osmanlı topraklarına girdiler. Bölgede
bırakılan Fîruz Bey, düşmana mâni olmak istedi ise de mağlûb olarak esir düştü.
Bunu haber alan Fâtih Sultan Mehmed, tekrar sefere çıkıp Şehirköyü’ne doğru
geldiği sırada, Sırp despotu Hunyad anlaşmak üzere Osmanlı Sultânı’na elçi
gönderdi. Yapılan andlaşmaya göre Sırplılardan alınan kaleler Osmanlılarda
kalacak, Sırp despotu senede otuz bin duka altın harac verecek ve Osmanlı
tabiiyyetini kabul edecekti. Andlaşma üzerine Osmanlı ordusu geri döndü.
1455 senesinde Sırbistan’ın ele
geçirilmesinin kolay olacağı yolunda akıncı beylerinden Evrenosoğlu Îsâ Bey’den
haber alınmıştı. Nihayet ikinci defa Sırbistan üzerine sefer düzenlendi. Gümüş
mâdenleriyle tanınan Novoberda kuşatılarak Haziran ayında feth edildi. Yine
mâdenleriyle meşhur Banice şehri de alındı. Fâtih, sefer dönüşünde ceddi Murâd
Hüdâvendigâr’ın şehîd düştüğü yeri ziyaret ettikten sonra, Selanik üzerinden
Edirne’ye geldi. Fâtih sefere çıktığı sırada kapdân-ı derya komutasındaki
Osmanlı donanması Ege adalarına sefer düzenleyerek, bâzılarını zaptetti.
Osmanlı Devleti’nin, Sırbistan’ı
elinde tutabilmesi için, kuzeyden gelecek tehlikelere karşı Tuna kıyılarını ve
Özellikle Belgrad’ı ele geçirmesi lâzımdı. Osmanlı sultânı yapacağı seferin
başarılı olması için esaslı bir hazırlık yaptı ve ordusunun başında 13 Haziran
1456’da Edirne’den hareket etti. Maiyyetinde 150.000 kişilik bir kuvvet ve üç
yüz top olduğu hâlde Sofya üzerinden Sırbistan’a girdi. Aynı zamanda Vidin’de
hazırlanan 200 çektiriden müteşekkil ince Osmanlı donanması da Sultan’a refakat
ediyordu. Fâtih’in büyük bir ordu ile Belgrad üzerine yürümesi, Avrupa’da
öğrenilince; Almanya ve İtalya, Belgrad’a 60.000 gönüllü gönderdiler.
İstanbul’un fethine nisbetle bunun kolaylıkla tahakkuk edeceğine inanan genç
hükümdar, babası tarafından 6 ay müddetle muhasara edilen Belgrad’ı kuşattı.
Lâkin Osmanlı nehir filosunun Macar donanmasına yenilmesi ve Rumeli beylerbeyi
Dayı Karaca Bey’in ölümü üzerine, Osmanlı kuvvetlerinde dağınıklık baş gösterdi.
Fransisken tarikatı papaslarından Kapistrano’nun teşviki ile gayrete gelen
haçlılar, Hunyad kumandasında topla yıkılmış gediklerden geçip, şehrin
varoşlarına giren yeniçerileri mağlûb, azapları da geri çekilmeye mecbur
ettiler. Bu durum karşısında Fâtih Sultan Mehmed, bizzat öne atılarak düşmana
hücum etti. Türk ordugâhına hücum eden düşman kuvvetlerini geri püskürttü.
Osmanlı ordusunun tekrar şehre gireceği sırada, Fâtih’in yaralanması ve yeniçeri
ağası Hasan Ağa’nın ölümü, harekâtın başarısız kalmasına sebeb oldu. Bu taarruz
sırasında Hunyad ve papas Kapistrano ağır yaralanarak, kısa süre sonra öldüler.
22 Temmuz Perşembe günü Belgrad muhasarası kaldırıldı. Osmanlı ordusunun bu
muvaffakiyetsizliği Avrupa devletlerinin ümidlerini yükseltti. 1457 senesinde
donanmasını Ege denizine gönderen papa üçüncü Calixtus, Osmanlılara başka
müşkiller çıkarmak maksadı ile Uzun Hasan ve Gürcüler ile temasa geçti. Diğer
taraftan Türk düşmanlığı ile tanınan papa İkinci Pius da aynı gâyenin tahakkuku
için hıristiyan hükümetlerini bir kongreye çağırdı.
Avrupa devletlerinin hazırlıklarına
rağmen Sırp mes’elesini kökünden halletmeye karar veren Sultan, Macarların
Sırbistan’ı ilhak etme niyetleri üzerine, Sırp beylerinin Osmanlı Devleti’ne
müracaat edip Sırbistan’ın teslimini teklif etmelerinden dolayı, 1458 senesinde
sadrâzam Mahmûd Paşa’yı Sırbistan seferine tâyin etti. Aynı zamanda anarşi
içinde olan Mora Ortodoks kilisesi bu karışıklığa son vermesi için Fâtih’in
müdâhalesini istemişti. Sultan bu istek üzerine Mora seferine çıktı.
Temmuz-Ağustos aylarında Mora’yı tamamen ele geçirip mezhep hürriyetini îlân
etti ve Mora’yı Rumeli beylerbeyliğine bağlı bir sancak hâline getirdi. Eski
Yunan medeniyetinin merkezi olan Atina şehri, Yunan halkının arzu ve temennisi
üzerine Osmanlı Devleti’ne katıldı. Bunun üzerine Sultan, Atina’ya giderek
tedkiklerde bulundu. Diğer taraftan sadrâzam Mahmûd Paşa kumandasındaki bir Türk
ordusu da Sırbistan’da Rassava, Rudnik ve Kolumbaç şehirlerini zaptederek,
Sırbistan’ın merkezi Semendire’yi muhasara etti. Mahmûd Paşa ayrıca Minnet
Beyoğlu Mehmed Bey’i akıncı kuvvetlerinin başında Macar topraklarına akınlar
yapmakla vazifelendirdi. Mora’dan çıkan Sultan, Sırbistan sınırına geldi. Mahmûd
Paşa’nın harekâtı mükemmel idare ettiğini öğrenince daha fazla ilerleme
ihtiyâcını duymadı. Mahmûd Paşa, 8 Kasım 1459’da Semendire’yi fethetti ve şehir
Rumeli beylerbeyliğine bağlı bir sancak hâline getirildi.
Sırbistan mes’elesinin hâllolduğu
sırada, Balkanların bâzı bölgelerinde, Osmanlı Devleti’nin müdâhalesini îcâb
ettiren başka hâdiseler ortaya çıktı. Mora’da Fâtih’in tâbiiyyetinde olarak
yerlerinde bıraktığı son Bizans imparatoru Konstantin Dragazes’in kardeşleri
Thomas ve Dimitrios arasında çıkan ihtilâf dolayısı ile memleket karışmıştı.
Aralarındaki mücâdele batılı devletlerin desteklediği Thomas’ın lehine
gelişerek, Mora’ya hâkim oldu. Mora yarımadasını altüst eden bu karışıklığa son
vermek için Fâtih 13 Nisan 1460 günü İkinci Mora seferine çıktı. Dimitrios
derhâl Sultan’a bağlılığını arz etti. Thomas ise, İtalya’ya kaçtı. Böylece,
sahildeki Venedik kaleleri hâriç, bütün yarımadayı feth eden Fâtih kendi
topraklarına kattı. Despot Dimitrios ise, sadâkatinin mükâfatı olarak Enez
Beyliğine tâyin edildi. Fâtih Sultan Mehmed, Anadolu’nun birliğini te’min
maksadı ile kuzey Anadolu’da Ceneviz kolonilerini, İsfendiyâroğulları ülkesini
ve Trabzon Rum İmparatorluğunu ortadan kaldırmaya karar verdiği için, Arnavutluk
beyi İskender Bey’in mütâreke teklifini kabul etti.
Fâtih’in Anadolu birliğini sağlamak
için ilk hedefi Karadeniz sahillerini Osmanlı hâkimiyeti altına almaktı. Bu
bölgede bulunan Amasra, Cenevizlilerin kolonisi idi. Fâtih bu şehri ele geçirmek
için hiç kimseye belli etmeden 1461 senesi baharında sefere çıktı. Denizden de
sadrâzam Mahmûd Paşa’yı donanma ile gönderdi. Aniden Osmanlı ordusunu ve
donanmasını karşılarında gören Amasra müdafileri, karşı koymanın gereksiz
olduğunu anlıyarak teslim oldu. Böylece vuruşma olmadan Amasra Osmanlı
topraklarına katılmış oldu. Daha sonra Fâtih, Candar veya İsfendiyâroğullarının
merkezi olan Sinop üzerine yürüdü. Bu beylik uzun süreden beri Osmanlı
Devleti’ne tâbi idi. Böyle olmakla beraber Anadolu birliği için bu beyliğin
tamamen ortadan kalkması gerekiyordu. Son derece müstahkem olan Sinop kalesinde
400 top, on bin asker vardı. Fakat muhasara başlamadan sadrâzam Mahmûd Paşa’nın
te’mînâtı ile İsmâil Bey, beylikten feragat ederek şehri mukavemetsiz teslim
etti (Temmuz 1461). Bunun üzerine Fâtih kendisine hürmet ve itibâr göstererek,
Yenişehir, İnegöl ve Yarhisar kazalarını dirlik olarak verdi. Daha sonra ise
Filibe sancağına tâyin edildi.
Fâtih’in esas gayesi Trabzon’u
fethetmekti. Fakat bu sırada Osmanlı topraklarını yağma ve tahrîb eden Akkoyunlu
kuvvetlerini sınır dışı etmek için sahil yolunu bırakarak Sivas üzerinden yoluna
devam etti. Akkoyunlu Devleti’ne âit Koyulhisar kalesini fethetti. Kendisine
karşı koymak isteyen Uzun Hasan’ın amcasının oğlu Hurşid Bey kumandasındaki
ordusu üzerine gönderdiği Gedik Ahmed Paşa, Akkoyunlu kuvvetlerini bozunca, Uzun
Hasan telaşlandı ve sulh yapmak üzere annesi Sara Hâtûn ile Çemişkezek beyi
Hasan’dan kurulu bir elçi hey’eti gönderdi. Fâtih gelen elçi hey’etini yanında
alıkoyarak, yoluna devam etti. Trabzon imparatoru’nun herhangi bir yere
kaçmasına mâni olmak için sadrâzam Mahmûd Paşa’yı Rumeli askerleriyle önden
gönderdi. Kendisi sarp ve dağlık yollarda ilerleyerek Trabzon önlerine gelince
imparator ümitsizliğe düştü. Hâmisi olan Uzun Hasan’dan yardım gelmeyeceğini
anlayan imparator Dâvid Komnen, şehri anlaşma ile teslime razı oldu. Pâdişâh
adına Mahmûd Paşa tarafından yapılan kayıtsız şartsız teslim teklifini kabûl
etti. Böylece iki yüz elli sekiz sene devam eden Trabzon İmparatorluğu 15
Ağustos 1461 günü târihe karıştı. Fâtih, Trabzon’un fethinin arkasından
Karadeniz kıyılarıyla meşgul olmaya başladı.
Trabzon seferi sırasında, Eflak
Voyvodası metbûu (tâbi) olduğu Osmanlı Devletine baş kaldırmıştı. Türkler
arasında Kazıklı Voyvoda adı ile bilinen üçüncü Wlad, Fâtih’in Karadeniz
seferinde bulunmasından faydalanarak, Tuna’yı geçerek Dobruca’nın büyük bir
kısmı ile kuzey Bulgaristan’ı yağma etti. Bu durum üzerine Trabzon seferinden
dönen Fâtih, 1462 baharında Eflak üzerine sefere çıktı. Osmanlı ordusu Tuna’yı
geçip Eflak topraklarına girince; Voyvoda, çeşitli hîlelere baş vurarak, Osmanlı
ordusunu yıpratmak istedi. Ancak düşmanın gayesini fark eden Pâdişâh, dâima
kaçan ve değişik yerlerde görünen voyvodanın askerlerini bir kaç kere
yakalıyarak büyük zayiat verdirdi. Yapılan muhârebe çete muhârebesi şeklinde
olduğu için, en iyi yetişmiş ve tecrübeli akıncılar kullanıldı. Mihaioğlu Ali
ile Turahanoğlu Ömer beyler, Kazıklı Voyvoda’nın peşini bırakmadılar. Voyvoda
tam ele geçeceği sırada Macaristan’a sığındı ve onlardan yardım istedi. Fakat
Macar kralı Matyas, Osmanlılarla hiç yoktan bir anlaşmazlığa düşmek
istemediğinden yardım yapmadığı gibi yakalatarak hapsetti. Fâtih Sultan Mehmed
Han, Kazıklı Voyvoda’nın yerine kardeşi Radul’u voyvoda tâyin etti. 1479’da
Radul öldüğü sırada, Kazıklı Voyvoda, Macaristan’dan kaçıp Eflak’a geldi ise de
yeni voyvoda Basarab, Osmanlı kuvvetlerinin de yardımıyla kendisini yakalayıp
öldürmeye muvaffak oldu.
Sırbistan’ın fethi ile Osmanlı
Devleti’ne komşu duruma gelen ve Macaristan hâkimiyetinden çıkıp bağımsız olan
Bosna krallığı orta çapta bir devlet idi. Ayrıca bogomiller ile katolikler
arasındaki mücâdele Bosna’yı bir iç savaşa sürüklemişti. Bogomil mezhebinin
ezilmesi, Bosna halkını Türk idaresini bekler duruma getirdi. Devlet ve
hükümdardan nefret eden halk, aynı zamanda Macarlara karşı da kin duyuyordu.
Türklerin getirdiği düzen, huzur, mal ve can emniyeti, din ve mezhep hürriyeti,
halkın yanısıra asilzadelerini de Türk idaresini ister hâle getirdi. Bunun
yanında pervasızca hareket eden Bosna kralı, Osmanlı Devleti’ne verdiği elli bin
duka vergiyi vermedi ve gönderilen me’murları geri çevirdi. Bunun üzerine Fâtih,
Venediklilerle yapılacak bir muhârebede kendisine önemli bir yol olacak olan
Bosna’yı zapta karar verdi. Pâdişâh’ın kumandasında ordu Üsküp yolu ile hareket
etti. Vilçitrin şehrine gelindiğinde, Bosna kralı Stefan Tomaşeviç’in Yayca
kalesinde olduğu haber alındı ve sadrâzam Mahmûd Paşa, öncü olarak gönderildi.
Bosna kralı Yayca’da tutunamıyacağını anlayınca, Kılaç kalesine çekildi.
Krallığın merkezi Yayca, Fâtih tarafından muhasara edilirken, sadrâzam da
Kiloç’u kuşattı. Yayça, su ve yiyecek kıtlığı yüzünden muhasaraya dayanamıyarak
teslim oldu. Diğer taraftan Bosna kralı da Mahmûd Paşa tarafından ele geçirildi.
Hiç durmadan Türk düşmanlığı yapan ve Avrupalıları Osmanlı Devleti aleyhine
kışkırtan Bosna kralı, Şeyh Ali Bistâmî’nin fetvasıyla îdâm edildi. Fâtih Sultan
Mehmed Han, Bosna’yı ele geçirdikten sonra, Hersek krallığının topraklarına
girdi. Hersek kralı mukavemet gösteremeyerek kaçtı. Fakat Osmanlı himayesini
kabul edince, topraklarının bir kısmı kendisine bırakıldı ve oğlunu rehin olarak
pâdişâha gönderdi.
Birinci Bosna seferi dönüşünde,
Bursa’ya giren Pâdişâh, Ayvalık’dan Midilli adasına asker çıkardı. Sadrâzam
Mahmûd Paşa kumandasındaki donanma da adayı çepeçevre kuşattı. Mukavemetin fayda
vermeyeceğini gören şehir kumandanı teslim oldu. Bu yüzden Midilli’de hiç kimse
esir alınmadı. Fâtih, Midilli şehrini ziyaret etti (1462).
Osmanlı kuvvetleri ilk Bosna
seferinden döndükten bir süre sonra 1463 Aralık ayında Venedikliler Mora’da,
Macar kralı ise Bosna’da taarruza geçerek Türkleri buralardan çıkarmaya teşebbüs
ettiler. Macar Kralı, Yayça’yı, Sırbistan hududundaki Serebriniçe’yi ve bâzı
kaleleri alarak buraları tahkim etti. Durumu öğrenen Fâtih, kışı harp hazırlığı
ile geçirdi. 1464 baharında pâdişâh ikinci defa Bosna üzerine yürüdü. Yayca
önlerine gelerek burayı kuşattı. O sırada Bosna’ya gelerek İzvornik kalesini
kuşatan Macar kralının üzerine de asker sevketti. Durumu öğrenen Macar kralı,
iki ateş arasında kalmamak için İzvornik muhasarasını kaldırarak geri çekildi.
Bu seferde Yayça alınamadı ise de ele geçirilen diğer kalelerin bir kısmı
yıkıldı ve gerekli olanlarına asker ve mühimmat konuldu. Osmanlı Devleti’nin
gösterdiği huzur, mal ve can emniyeti; kısa zaman sonra Bosna halkının
İslâmiyet’i kabul etmesine sebeb oldu.
Venediklilerin Mora’da başlattıkları
savaş; karada ve denizde olmak üzere, Osmanlı Devleti ile yirmi beşe yakın
devlet arasında 16 sene sürecek olan büyük harbin başlamasına sebeb oldu.
Sadrâzam Mahmûd Paşa derhâl Mora’ya gönderildi. Venedikliler Korint’de sadrâzam
tarafından büyük bir bozguna uğratıldı. Mora’da muvaffak olamıyan Venedik
kuvvetleri ve donanması Kalomata’ya çekildi. Burada da Osmanlı kuvvetlerinin
baskınına mâruz kalarak büyük bir darbe yediler. Daha sonra donanma
komutanlığına getirilen Victor Kapello, Taşoz, İmroz ve Semendire adalarını
alarak, Atina’yı işgal etti ise de Türk akınları neticesinde çekilmek
mecburiyetinde kaldı.
Bu arada Osmanlı Devleti’nin,
Venedik, Napoli, Macar, Arnavutluk ve Papalık kuvvetleri ile savaş hâlinde
bulunmasından istifâde ile Karamanoğlu Pir Ahmed Bey, daha önce Osmanlılara terk
edilen yerleri geri almak istedi. Ancak Osmanlı Devleti’ne tek başına karşı
koyamayacağını anlayınca, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’dan yardım istedi. Bu
durumun Anadolu’da Osmanlılar aleyhinde büyük bir huzursuzluğun başlangıcı
olabileceğini düşünen Fâtih, 1466 senesinde Karaman üzerine sefer düzenledi.
Konya’ya girerek Karamanoğullarr beyliğinin topraklarını, merkezi Konya olmak
üzere, bir beylerbeyilik olarak Osmanlı Devleti topraklarına kattığını açıkladı.
Bölgeye Karamanoğullarının dönmemeleri için; Karaman tahtı denen Konya’ya
beylerbeyi olarak oğlu şehzâde Mustafa’yı tâyin etti. Velîahd şehzâdenin
Konya’ya yerleşmesi, Karamanoğullarının Konya ile Lârende’yi tamamen
kaybetmelerine sebeb oldu. Böylece Fâtih, devletin doğusunu kısmen de olsa
emniyete almış oldu. Pâdişâh, Karaman seferinden dönüşünde, Venedikliler ve
Macarlarla Osmanlı Devleti’ne karşı anlaşan Arnavutluk beyi İskender üzerine
sefer düzenledi. Akçahisar’ı muhasara etti ise de, son derece sarp olan bu kale
fethedilemedi. Kısa bir süre sonra muhasara kaldırıldı. Fâtih bu sefer sırasında
Arnavutluk’un fethini tamamlamak için ülkenin en merkezinde bulunan İlbasan
kalesini inşâ ettirerek, müstahkem bir mevkiye sâhib oldu. Geri dönen Sultan,
aynı senenin sonlarına doğru tekrar Arnavutluk üzerine yürüdü ve kışı orada
geçirdi. 1467 Ağustos ayında Akçahisar tekrar kuşatıldı ise de, ele
geçirilemedi. Bu iki sefer İskender Bey’in durumunu son derece nâzik bir hâle
getirdi. Ele geçen kalelere asker yerleştiren Sultan geri döndü. Fâtih Sultan
Mehmed Han Arnavutluk’tan döndükten kısa bir süre sonra, İskender Bey öldü.
Ölümünden sonra İskender Bey’in topraklarının bir kısmı Osmanlı Devleti’ne
kaldı. Bir kısmına ise mahallî Arnavud sergerdeleri, Osmanlı Devleti’ne ve
Venedik’e tâbi olarak yerleştiler. Böylece bu târihten itibaren kuzeybatıda
kalan dar bir şerit dışında bütün Arnavutluk, Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu.
Yeni ilhak edilmiş olan Mora ve
Yunan sahilleri ile Anadolu sahilleri arasında gidip gelen Türk gemilerinin
yolları üzerinde bulunan Eğriboz adası, Venediklilerin Ege üzerinde en mühim
üslerinden birisini teşkil etmekte idi. Mora sahillerinde bulunan ve henüz
Venediklilerin elinde olan bir takım şehirlerin güvenliği bakımından pek, önemli
olan Eğriboz, aynı zamanda Türk sahillerine ve denizlerde dolaşan Türk
gemilerine saldıran hıristiyan korsan gemileri ile Venedik donanmasının
sığındığı bir yerdi. Eğriboz Venedikliler elinde kaldıkça, bu kısımda seyahat
eden Türk gemicilerinin ve hattâ ada civarında bulunan Türk topraklarının
emniyet altında bulunması imkânsız gibi idi. Bütün bunları dikkate alan Osmanlı
pâdişâhı, Venedik donanmasının adalarda ve Enez’de yaptığı tahribata karşılık
olmak üzere, Ege denizinde Türk topraklarına saldırmak üzere Venediklilerin
ileri karakolu sayılan bu adayı almak için hazırlıklara başladı. Nitekim eski
sadrâzam Mahmûd Paşa’nın idaresi altında büyük bir donanma 1470’de Gelibolu’dan
hareket ederek yol üzerindeki Şıra adasını zaptettikten sonra, Eğriboz’u
kuşattı. Öte taraftan bizzat Fâtih Sultan Mehmed de 70-100 bin kişilik bir
kuvvetle karadan Eğriboz karşısına gelmişti. Adanın karaya en yakın olan yeri
üzerine gemilerini toplayan Fâtih, üç gün geceli gündüzlü çalışmak suretiyle
kara ile adayı birbirine bağlayan bir köprü kurdurdu. Bu suretle adaya, yaya ve
atlılardan başka top da geçirildi. Pâdişâh da bu köprüden geçerek surlara yakın
bir yerde çadırını kurdurdu. Bu sırada Venedik donanmasının kalenin imdadına
geldiği haber alındı. Bunun üzerine Fâtih, İstanbul ve Belgrad’da olduğu gibi
gemilerden bir kısmını karadan yürüterek kalenin arka tarafına indirdi ve
Venedik donanmasının yolunu kesti. Nitekim Venedik donanması geldiğinde, ne
karadan ne de denizden kaleye girme imkânlarını bulamadığı için adaya yakın bir
yerde demirlemek zorunda kaldı. Bununla beraber Venedik amirali Nicolas Canale,
Türklerin kurmuş oldukları köprüye hücum etti. Fakat bir netice alamadı. Bu
durum üzerine Venedik donanması bütün kuvvetiyle limana girerek Türk donanmasına
saldırdı. Top, tüfek ve oklarla yapılan bu müthiş savaşta Venedikliler ağır bir
hezimete uğradı. Kaptan Zuan Longo ve Zuan Tran dâhil olmak üzere bir çok
Venedikli öldürüldüğü gibi, gemilerinin büyük bir kısmı da batırıldı. Venedik
donanmasının bu bozgununa rağmen kaledekiler büyük bir iştiyakla müdâfaaya devam
ettiler.
Nihayet yirmi güne yakın bir
kuşatmadan sonra 11 Temmuz 1470 Çarşamba günü gecesi başlayan hücum sabaha kadar
sürdü ve 12 Temmuz Perşembe günü sabahleyin ada bütünüyle Osmanlı hâkimiyeti
altına girdi. Uzakta bekleyen Venedik donanması kale burçlarında Türk
bayraklarının dalgalandığını görür görmez, kalenin düştüğünü, yakın adalara
bildirmek üzere bir gemilerini ateşlemişler ve ada civarından uzaklaşmayı
faydalı görmüşlerdi.
Fâtih Sultan Mehmed’in Karaman
işlerini hallinden ve Konya’ya şehzâde Mustafa’yı vâli olarak bırakıp
çekilmesinden sonra da bu ülkede Osmanlılar aleyhindeki faaliyetler son bulmadı.
Hattâ yalnız İçel ve Taşeli’nde hüküm sürmekte olan Karamanoğulları Kâsım ve Pir
Ahmed beyler, Türk ordusu çekildikten sonra müştereken hareket ederek Lârende’yi
geriye almaya muvaffak olmuşlardı. Üzerlerine gönderilen Rum Mehmed Paşa bozguna
uğradı ve hayâtını güçlükle kurtarabildi. Nihayet Fâtih Sultan Mehmed, Eğriboz
seferinden dönüşte Venedikliler ile de işbirliği yapmış olan Karamanoğulları
üzerine vezîriâzam İshak Paşa’yı gönderdi. Bu Seferde Niğde, Aksaray, Varköy,
Uçhisar ve Ortahisar kaleleri fethedildi. Karamanoğulları sâdece Silifke
civarında münhasır bırakıldı. Bu sırada alınan Aksaray halkının bir kısmı
İstanbul’a getirilerek, memleketlerine istinaden Aksaray adını alan semte
yerleştirildi. Ertesi sene Konya vâlisi şehzâde Mustafa, lalası Gedik Ahmed
Paşa’yı Osmanlı hâkimiyetini tanıyan, fakat daha sonra düşmanlarla ittifak yapan
Alâiye beyi Kılıç Arslan Bey üzerine gönderdi. Kılıç Arslan Bey, şehir ileri
gelenlerinin teklifi üzerine kaleyi mukavemetsiz teslim etti. Bu yüzden de
kendisine Gümülcine sancakbeyliği verildi.
Anadolu’da Akkoyunlular ve
Venedikliler gibi büyük Osmanlı düşmanlarıyla işbirliği yapabilecek bir kuvvet
bırakmak istemeyen Fâtih, Karamanoğullarının elindeki son kalan Silifkeyi
fethetmek için şehzâde lalası ve vezir Gedik Ahmed Paşa’yı vazifelendirdi. Gedik
Ahmed Paşa, başta Silifke olmak üzere, Taşeli ve diğer Karamanoğlu topraklarını
ele geçirdi. Böylece Karamanoğlu Beyliği fiilen son buldu. Bu durum, Akkoyunlu
hükümdarı Uzun Hasan’ın ve Memlûk sultânının hoşuna gitmemişti. Diğer taraftan
Maraş ve Elbistan bölgesinde hâkim olan Dulkadir Beyliği, Osmanlı ve Memlûk
sultanlığı arasında rekabet ve ihtilâf sahası durumunda idi. Süleymân Bey’in
ölümü ile Dulkadir mes’elesi tekrar alevlendi. 1472’de Fâtih Sultan Mehmed’in
kayınbiraderi ve sâdık dostu olan Dulkadiroğlu Şehsuvar Bey’i yakalayıp,
Kâhire’ye götürerek öldürmeleri, Osmanlı-Memlûklü münâsebetlerinin bozulmasına
sebeb oldu. Şehsuvar Bey’in ölümü üzerine tahta geçen Şahbudak Bey,
Osmanlılardan çok, Memlûklü Devleti’ni tuttu. Bunun, üzerine Fâtih, Şahbudak
Bey’e karşı kardeşlerinden Alâüddevle Bozkurt Bey’i destekledi. Alâüddevle
Bozkurt Bey, hem kayınbiraderi hem de şehzâde Bâyezîd’in kayınpederi idi.
1473 senesi yaklaşırken büyük harbin
ilk devresi Osmanlı Devleti lehine neticelenmişti. Eğriboz adasının düşmesi ve
akıncıların Venedik, Almanya, Macaristan topraklarında başarılı olmaları
Avrupa’yı sarsmıştı. Fâtih de, Anadolu cephesinde düşmanlarına karşı muvaffak
oldu. Karaman mes’elesi kökünden, Osmanlılar lehine bitmişti. Venedik donanması
da, Osmanlı donanması karşısında hiç birşey yapamamıştı. Bu durumda harbin
geleceği, kuvvetli bir Akkoyunlu müdâhalesine bağlı idi. Akkoyunlu hükümdarı
Uzun Hasan, Fâtih’ten sonra dünyânın en güçlü İmparatoru olduğundan, Avrupa
ondan yardım bekliyordu. Venedik ve papa ile ittifak kuran Uzun Hasan, Osmanlı
Devleti’ni ortadan kaldırma hazırlıklarına girişti. İstanbul’a bir elçi
göndererek Karaman Eyâleti ve Trabzon sancağının kendisine bırakılması ile büyük
ittifaktan ayrılacağını bildirdi. Fâtih, kılıcıyla feth ettiği toprakları, sebep
ne olursa olsun anlaşma ile başkalarına verecek bir hükümdar olmadığından,
teklifi kabul etmedi.
Fâtih, düşmanlarından birkaçıyla
uğraşırken, birkaçını sulh ve menfaat vadiyle oyalamaya çalışıyor, fakat her
sene biri üzerine darbeler indiriyordu. Büyük savaşın mukadderatı,
Osmanlı-Akkoyunlu savaşı üzerinde düğümlenmişti. İki devlet arasında ilk
çatışma, Ömer Bey kumandasındaki Akkoyunlu kuvvetlerinin Karaman beyleri Pîr
Ahmed ve Kâsım beyler de yanlarında olduğu hâlde Tokat kalesini tahrip ve yağma
etmesiyle başladı. Baskından sonra bu kuvvetten 20.000 kişilik kuvvet ayrılarak
Yûsufça Mirzâ’nın komutasında Karaman topraklarına girdi. Bölgede bulunan Gedik
Ahmed Paşa, emrindeki küçük kuvvetle bunlara karşı koyamayacağını anlayınca
Karaman vâlisi şehzâde Mustafa’nın yanına çekildi. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın
emriyle Anadolu beylerbeyi Dâvûd Paşa da bu kuvvetlere katılınca, Konya vâlisi
şehzâde Mustafa büyük bir sür’atle hareket ederek Kıreli mevkiine geldi. Yûsufça
Mirza, Osmanlı ordusunun bu kadar kısa zamanda harekete geçeceğini tahmin
edemediğinden, Kıreli meydan muhârebesinde büyük bir hezimete uğradı. Bir çok
Türkmen beyleri bu savaşta öldü. Yaralı olarak ele geçirilen Yûsufça Mirza da
diğer esirlerle birlikte İstanbul’a gönderildi (18 Ağustos 1472).
1472 senesi sonlarına doğru Macar
kralına gönderilen Uzun Hasan’ın elçisi, Osmanlılar tarafından yakalandı ve
İstanbul’a gönderildi. Elçiyi sorguya çeken Fâtih, Akkoyunlu Devleti’nin işini
bitirdiği takdirde, Avrupa’nın kendisine boyun eğeceği neticesine vardı. Uzun
Hasan’la ittifak edecek bir Avrupa haçlı ordusu, Osmanlı Devleti için felâket
olurdu. Durumu çok iyi bir şekilde hesaplayan Fâtih, 1473 kışını harb
hazırlıkları ile geçirdi. Çanakkale boğazını, Venedik’den gelebilecek
saldırılara karşı kuvvetli bir şekilde tahkim etti ve Osmanlı donanmasını
boğazda hazır bekletti. Diğer taraftan Uzun Hasan, Osmanlılara karşı Mısır
Memlûk Devleti ile anlaşmak istedi ise de başaramadı. Fâtih Sultan Mehmed, Uzun
Hasan’ın Venedik Cumhûriyeti’ne gönderdiği bir mektubu ele geçirerek, Mısır
Memlûk sultânına gönderdi. Bu mektupta Uzun Hasan, Osmanlı ülkesinde olduğu
gibi, Mısır toprakları üzerinde de gözü olduğunu açıklıyordu. Uzun Hasan,
Fâtih’le olan mücâdelesinde, kendi süvârî kuvveti ile Avrupalı dostlarının deniz
kuvvetlerine güveniyordu. Zîrâ Uzun Hasan Osmanlı Devleti’nden bir kaç kere daha
geniş bir ülkeye sâhib olmasına rağmen, idâri ve askerî teşkîlât bakımından çok
geride idi.
Harb hazırlıklarını tamamlayan
Fâtih, oğlu şehzâde Cem’i Rumeli’nin muhafazasına tâyin ederek Edirne’ye
gönderdi ve 11 Nisan 1473 günü Üsküdar’dan hareket etti. Fâtih Sultan Mehmed’in
kumandası altındaki Osmanlı kuvvetleri on bin yeniçeri, on bin azab ve altmış
bin tımarlı sipahi olarak seksen bin civarında idi. Devrine göre akıl almaz bir
mükemmellikte teçhiz edilmiş Osmanlı ordusunun Sivas’a geldiğini haber alan Uzun
Hasan, Harput’tan 100.000 süvari ile kuzeyden hareketle Erzincan havalisine
gitti. Birbirlerini imha etmeye kesin şekilde kararlı olan iki ordu, Otlukbeli
sahrasında karşılaştı. Sekiz saat süren savaşı disiplinli Osmanlı ordusu
kazandı. Uzun Hasan savaş meydanından kaçtı. Bu savaşın kazanılmasında, harb
plânının iyi hazırlanmış ve tatbik edilmiş olmasının büyük payı vardı (Bkz.
Otlukbeli Savaşı).
Fâtih Sultan Mehmed Han, Otlukbeli
savaşını müteâkib esir düşen Karakoyunlu beyleri ile Akkoyunluları affetti.
Şebinkarahisar üzerine yürüyüp, şehri zabtettiği sırada, Uzun Hasan’ın elçisi
Mevlânâ Ahmed gelerek sulh teklifinde bulundu. Bir daha Osmanlı ülkesine tecâvüz
etmemek ve Şebinkarahisar’ın fethini kabul etmek şartlarıyla iki devlet arasında
sulh imzalandı. Fakat Uzun Hasan sözünü tutmayarak Venediklilerle temasa geçti.
Otlukbeli savaşından sonra artık
Avrupa’nın, Fâtih’i yenme ümidi kalmamıştı. Ülkesinin doğusunu garantiye alan
Fâtih, bütün gücüyle batıya yöneldi. Otlukbeli savaşı sırasında, Osmanlı
Devleti’nin Ege kıyılarına yaptığı taarruzları ile Karamanoğullarına
yardımlarından dolayı, Venedik üzerine 1474’de açılan sefere, Rumeli beylerbeyi
Hadım Süleymân Paşa me’mur edildi. Hadım Süleymân Paşa, Venedik hâkimiyetinde
bulunan İşkodra’yı kuşattı. İşkodra’nın muhasarası Mayıs’tan Ağustos’a kadar üç
ay sürdü. Osmanlı askeri iki yerden kaleye girdi ise de, kuvvetli müdâfaa
üzerine, hayli zâyiât vererek geri çekilmek mecburiyetinde kaldı.
Fâtih Sultan Mehmed Han, 1475
senesine kadar Karadeniz’in Anadolu sahillerini ele geçirmiş, Kırım sahilleri
üzerindeki Ceneviz limanlarına henüz dokunmamıştı. Küçük bir bölgede toplanmış
olan Kefe, Azak, Mankup şehirleri önemli ticâret yolları üzerinde idi.
Aleyhindeki müthiş ittifak çemberinin halkalarını birer birer ortadan kaldırarak
devrin en kudretli hükümdarı hâline gelen Fâtih, bir çok mes’eleler yanında
Karadeniz’i tamamen Türk gölü hâline getirmek için harekete geçti. 1475
senesinde donanmayı, Gedik Ahmed Paşa komutasında Kırım’a gönderdi. Kefe
önlerine gelen Gedik Ahmed Paşa, yaptığı teslim teklifine red cevâbı alınca,
karaya asker çıkararak Haziran ayının altısında karadan ve denizden Kefe’yi
kuşattı. Üç gün süren muhasaradan sonra şehir halkının baskısıyla kale komutanı
teslim oldu. Gedik Ahmed Paşa, Kefe’nin teslim olmasından sonra donanmayı Azak
Denizi’ne sokarak, Azak kalesini aldı ve Mankup şehrini kuşattı. Bir müddet
yoğun top ateşine tutulan kale ele geçirilemedi. Osmanlı kuvvetlerine
dayanılamıyacağına inanan kale komutanı teslim oldu ise de, kalede bulunan bir
akrabası kaleyi müdâfaa etti. Bunun üzerine baş vurulan geri çekilme taktiği ile
kaledekiler dışarı çekildi ve iki ateş arasında imha edildi. Mudâfîlerin çoğunu
kaybeden Menkup, kolayca ele geçirildi. Bu sırada Kefe’de esir olarak tutulan
Kırım hanı Mengli Giray kurtarıldı. Yeniden Kırım tahtına geçen Mengli Giray, bu
târihten itibaren Osmanlı Devleti’ne tâbi hâle geldi.
Diğer taraftan Fâtih, Rumeli
beylerbeyi Süleymân Paşa’yı Karadeniz sahilinde bulunan Boğdan üzerine gönderdi.
Boğdan voyvodası, Osmanlı askeri ile meydan muhârebesine girmekten sakındığı
için, usta bir hareketle Paşa’yı Türklerin Ağaç denizi dedikleri Rasboleni
ormanlarından geçirerek Berlad ırmağına kadar çekti. Burada Macar ve Leh
kuvvetlerinin yardımıyla yorgunluğundan ve hava şartlarından faydalanarak
Süleymân Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu ağır şekilde mağlûb etti. Süleymân
Paşa güçlükle kurtulabildi. Boğdan voyvodası ele geçirdiği Osmanlı askerinin
hepsini kazığa oturttu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han, ordusu ile 1476
baharında Boğdan topraklarına girdi. Üç yüz gemiden müteşekkil donanma da Boğdan
sahillerini top atışları ile vurdu. 26 Temmuz 1476 günü Osmanlı ordusu Akdere
mevkiinde Boğdan kuvvetleri ile karşılaştı. Yapılan muhârebede voyvodanın
kuvvetleri tamamen yok edildi. Voyvoda dördüncü Stefan, güçlükle hayâtını
kurtardı. Boğdan ordusunda Leh ve Macar kuvvetleri de vardı. Bunların açtığı top
ateşinden yeniçeri yere yatıp hareketsiz kalınca, Fâtih Sultan Mehmed atı ile
ileri atıldı. Bunu gören yeniçeri de hücuma geçti ve düşman ağır şekilde mağlûb
edildi. Böylece Boğdan da Osmanlı hâkimiyetine girdi. Fâtih daha sonra da bu
küçük devleti himaye eden Lehistan’a göz dağı vermek için Hotin kalesini
kuşattı. Böylece ilk defa muntazam Türk ordusu Lehistan’a girdi.
Fâtih Sultan Mehmed, savaş alanında
konaklayıp akıncıları Boğdan içlerine gönderdiği sırada, gelen bir haberci,
Macarların Semendire civarında Türk askeri kalmadığını öğrendiklerini ve bunun
için de o tarafa sefer düzenlediklerini bildirdi. Diğer taraftan Macar
kuvvetleri Semendire’yi muhasara etti ve başarı sağlayamadı. Haberi alan Fâtih,
Boğdan’dan ayrılarak sene sonuna doğru Macaristan topraklarına girdi. Türk
akıncıları Dalmaçya ve Hırvatistan içlerine akın yapmakla vazifelendirildi.
Mevsim kış olmasına rağmen akıncılar, buz tutan Tuna’yı geçerek, Macar Kralı’nın
yaptırdığı ahşap kaleleri tamamen yıktılar. Sonra Fâtih ağır hava şartları
yüzünden Edirne’ye döndü.
1477 baharına doğru Fâtih, sadrâzam
Gedik Ahmed Paşa’yı Arnavutluk üzerine sefere çıkmakla vazifelendirdi ise de,
sadrâzam bu sefere çıkmaktan kaçınıp tereddüt ettiği için azledilerek yerine
Karamanî Mehmed Paşa getirildi. Bu görev değişikliği Fâtih devri için çok
önemliydi. Çandarlı Halil Paşa’nın azlinden sonra bu makama hep devşirme olanlar
getirilmişti. Gedik Ahmed Paşa’nın azli ile ilk defa devşirme ve asker olmayan,
ilmiye sınıfından yetişmiş bir vezir olan Karamanî Mehmed Paşa sadrâzam oldu.
1463 senesinden beri süren
Venedik-Osmanlı savaşları, Venedik hazînesine çok zarar verdi ve deniz
ticâretini sarstı. Akkoyunlu Devleti’nin mağlûbiyeti ile Venediklilerin hiç bir
ümidleri kalmadı. İki devlet arasında 1477 senesinde neticesiz kalan bir takım
sulh müzâkereleri yapıldı. Bunun üzerine askerî muvaffakiyetler elde etmek
isteyen Venedikliler, Antonio Loredano kumandasındaki donanmalarını Ege
sahillerini vurmak için gönderdiler. Buna mukabil Rumeli beylerbeyi Hadım
Süleymân Paşa, İnebahtı’yı (Lepanto) muhasara etti. Antonio Loredano’nun kaleye
yardım etmesi üzerine, yalnız kara kuvvetleri ile kaleyi kuşatan Süleymân Paşa,
fethe muvaffak olamadı. Diğer taraftan Arnavutluk beyi İskender’in ölümü üzerine
Venediklilerin eline geçen Akçahisar (Kroya), Mihaloğlu Ali Bey tarafından
kuşatıldı. Kalenin muhasarası on üç ay sürdü. Kale müdafileri daha fazla
dayanamıyarak 16 Haziran 1478 günü teslim oldu.
Arnavutluk’un en önemli şehri olan
İşkodra da Venedikliler’in elinde idi. Burayı fethetmek üzere Fâtih, 1478
senesinde sefere çıktı. Sarp bir dağ üzerinde kurulan İşkodra kalesinin bir
tarafından nehir akıyordu. Rumeli beylerbeyi Dâvûd Paşa ile Anadolu beylerbeyi
Mustafa Paşa, 8 Haziran günü kalenin muhasarasına başladılar. Pâdişâh ordu-yı
hümâyûn ile 1 Temmuz günü İşkodra önüne geldi. Yollar sarp ve top nakli mümkün
olmadığı için hayvanlarla döküm levazımı da getirilmişti. Mühendisler, İşkodra
önlerinde yüksek hararetli fırınlar hazırlayarak, top döktüler. Burada
İstanbul’un fethinde kullanılan toplardan daha büyükleri döküldü. Bu muhasarada
askerlik târihinde ilk defa olarak zeytinyağı, kükürt, balmumuna batırılmış
yüngüherçileden meydana gelen yangın bombaları kullanıldı. Bu bomba, düştüğü
yerleri yakıp kavurmakta ve söndürülememekte idi. Buna rağmen, müteaddit umûmî
hücumlarla da İşkodra zaptedilemedi. Bunun üzerine kalenin fethi için Fâtih
başka çârelere başvurdu. Önce etrafında bulunan kaleler fethedilerek, İşkodra’ya
etraftan gelebilecek zahire ve sâire yolları kesildi. Boyana nehri üzerinde inşâ
edilen köprünün iki başına kuleler yapılarak içine asker kondu. Böylece şehir
yoluyla denizden kaleye gelecek yardıma mâni olundu. Bu tertibatı aldıktan sonra
Fâtih Sultan Mehmed, İşkodra’nın muhasarasını, Arnavutluk cephesi akıncı
kumandanı Evrenuzoğlu Ahmed Bey kumandasında kırk bin askere bıraktı.
Ayaklarında bulunan nikris hastalığı yüzünden kış mevsimi gelmesi ile İstanbul’a
döndü. Alınan tedbirler kaledekileri zor duruma düşürdü. Pâdişâh’ın avdetinden
altı ay sonra kaledekiler mal ve canlarına zarar gelmemek ve isteyenin kalması,
isteyenin gitmesi şartıyla teslim oldular. Osmanlı Devleti’nin eline geçen
İşkodra, sancak merkezi hâline getirildi. Bu kalenin muhasarası, o sırada kalede
bulunan Rahin Marino Barlozio tarafından Latince olarak üç cild hâlinde kaleme
alınmıştır. Ellerinde bulunan kalelerin birer birer fethi üzerine, Venedikliler
büyük harbin sona ermesi için Fâtih’e elçi gönderdiler. Uzun görüşmeler
neticesinde harbin sonunu bildiren Osmanlı Venedik sulhu, 25 Ocak 1479 günü
İstanbul’da imzalandı. Bu andlaşmaya göre Eğriboz adası, Doğu Arnavutluk’ta
Venediklilerin elinde bulunan topraklar ve Kroya, Osmanlı Devleti’ne
bırakılıyordu. Venedik 100.000 duka altını harp tazminatı ile Osmanlı
Devleti’nin verdiği ticâret serbestliğine karşılık olarak da 12.000 duka altın
harac ödeyecekti.
Fâtih Sultan Mehmed, Venedik ile
anlaştıktan sonra, dikkatini İtalya’ya, çevirdi. Bu devirde İtalya’da hâkim olan
Floransa Devleti ile Aragon ve Napoli krallıkları arasında müthiş bir mücâdele
hüküm sürüyordu. Floransa, kuvvetli düşmanlarına karşı müdâfaadan âcizdi.
Buranın fethi için, Pâdişâh önce yol üzerinde bulunan ve Akdeniz’de korsanlık
yapan Rodosluların merkezi olan Rodos adasını fethetmekle vezir Mesih Paşa’yı
görevlendirdi. Mesih Paşa’ya verilen donanma 160 gemiden meydâna geliyordu.
Gelibolu’dan hareket eden donanma 23 Mayıs 1480 günü Rodos önlerinde demirledi.
Rodos muhasarasının devam ettiği bir sırada 100 gemiden meydana gelen diğer bir
Osmanlı donanması da Gedik Ahmed Paşa komutasında 28 Temmuz 1480 günü İtalya’nın
güneyinde bulunan Otranto limanına girdi. Gedik Ahmed Paşa, 18.000 yeniçeri ve
1.000 süvariyi karaya çıkardı. Süvârî kuvvetleri hızla Otranto havalisine
yayıldı. Şehir ancak on dörtgün kadar Osmanlı kuvvetlerine karşı, koyabildi ve
11 Ağustos’ta teslim oldu. Fâtih’in burayı ele geçirmesindeki asıl gayesi, Batı
Akdeniz ve İtalya hâkimiyeti için bir üs elde etmekdi.
Diğer taraftan Rodos önlerinde
çarpışan Osmanlı donanma komutanı Mesih Paşa, 28 Temmuz günü Rodos kalesine
umûmî hücum emri verdi. Bu muhasarada ilk defa olarak infilaklı tahrip bombaları
kullanıldı. Aynı gün açılan gediklerden kaleye giren Türk askerleri kale
burçlarına Osmanlı bayrağını diktiler. Fakat Rodos şövalyeleri bir fırsattan
istifâde ile, kaleye giren askerleri geri püskürttü. Birçok askerin telef olması
üzerine Mesih Paşa muhasarayı kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Mesih Paşa dönüşte
önce Silifke limanını ve daha sonra aldığı emir üzerine Bodrum kalesini kuşattı
ise de, bunları da alamadan İstanbul’a döndü. Başarısızlığı yüzünden İstanbul’a
girmesine izin verilmiyerek donanma ile Beşiktaş önüne geldiğinde vezirlikten
azlolunup, donanma ile Gelibolu sancakbeyliğıne gönderildi.
Osmanlı donanmasının bir kolunun
Otranto’yu ele geçirmesi üzerine, papalık müthiş bir telâşa kapıldı. Roma,
Fâtih’in eline geçtiği takdirde, papa onun himayesine girecekti. Gedik Ahmed
Paşa kuvvetleri sistemli bir şekilde İtalya’nın güney taraflarına yerleşmeye
başlamışlardı. Papa, Avrupa devletlerini Türklere karşı birleşmeye çağırdı ise
de, Osmanlı ordusunun kudret ve azametini bilen Avrupa devletleri, papanın
çağrısına cevap vermediler.
1481 senesi ilkbaharında Fâtih
Sultan Mehmed üç yüz bin kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı.
27 Nisan 1481 Cuma günü Kapıkulu askerleriyle Üsküdar’a geçti. Pâdişâh Üsküdar’a
geçtiğinde hasta olduğu için bir kaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket
etti. Gebze yakınlarındaki Tekirçayırı veya Hünkâr çayırına geldiği zaman
hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak,
verilen ilâcın dozu arttırıldı. Fâtih’in özel doktoru, Yakup Paşa isminde bir
yahûdî dönmesi idi. Venedikliler, Fâtih’in zehirlenmesi karşılığında bu dönme
Paşa’ya büyük bir servet vâdetmişlerdi. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş
İşten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe
günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti. Fâtih’in ölümü bir
müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan’ın bir
zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, asker tarafından
parçalanarak öldürüldü. Böylece vâdedilen milyonlara kavuşamadı.
Fâtih’in ölümü, Türk milletini büyük
mateme gark etti. Ölüm haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce
şenlikler yapıldı. Papa bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür
âyini yapılmasını emretti. Eğer Fâtih bir müddet daha yaşasaydı. Belki dünyâ
târihinin akışı ve bugünkü coğrafyası değişecekti.
Fâtih’in nâşı İstanbul’a
nakledilerek Muhyiddîn Ebü’l-Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenaze
namazından sonra İstanbul’da yaptırdığı Fâtih Câmii’nin bahçesine defnedildi.
Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi.
Fâtih Sultan Mehmed Han orta boylu,
kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın,
yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık
olup, fizîkî bir yapıya sahipti. Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini
bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen
bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok
kahraman ve cihângirlerle doludur. Fâtih Sultan Mehmed de bunların başında
gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp çağ
kapatmıştır. İstanbul’u bütün ganimetleri içinde fîrûze bir yüzük taşı gibi
parmağında taşımış, bu güzel şehri torunlarının torunlarına bırakmıştır. Onun
için, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve
Şark’ta çok şeyler söylenmiştir. Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe
deryâlaşan bu cihângirin, sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:
Fâtih Sultan Mehmed soğukkanlı ve
cesur idi. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad muhasarası sırasında,
askerin gevşediğini gördüğü zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek
gösterdi. İstanbul muhasarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını
denize sürmesi bu cesaretinin büyük bir örneğidir.
Çok merhametli ve müsamahalı idi.
Kendisine elli gün mukavemet eden ve bir çok müslümanın şehîd edilmesine sebeb
olan İstanbul şehri ve onun sakinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın
alamıyacağı genişliktedir. Hâlbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan,
zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı
görürdü. Fâtih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul’a girdiği vakit
ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmak âlicenaplığını gösteren
cihângir, şu sözlerle patriği teselli etti: “Ayağa kalkınız. Ben sultan Mehmed,
hepinize söylüyorum ki; şu andan itibaren artık ne hayâtınız ne de hürriyetiniz
hususunda gazâb-ı şahanemden korkmayınız!” Fâtih, gayr-i müslim tebeasının din
ve mezheplerine asla dokunmadı, herkesi vicdanî inanışında serbest bıraktı.
Fâtih, İstanbul’un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı.
Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı.
Bu müsamaha o devir dünyâsının hayâlinden bile geçirmediği bir olgunluk eseri
idi.
Batılıların iddialarına göre şehre
giren Türkler, mâbedleri yıkmışlar veya yakmışlar, hiç bir şey bırakmamışlardır.
Hâlbuki bunları yıkan ve yakan yine kendileridir. Bizanslılar surlarda açılan
gediklerin tamirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır. Öyle
ki, Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı yakından seyrederken, bir yeniçeri
neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni oldu
ve; “Size malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim”
diyerek yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezalandırmıştır. Askeri ve siyâsî
sahada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla
kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük
itaatsizliği ve buna sebeb olan subayları şiddetli bir şekilde cezalandırırdı.
Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi.
Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını,
plânlı bir fütûhat hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idarecilik şuuruyla
istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde
düzenlediği küçük büyük seferler, memleketin coğrafî birliğini sağlamaya
dayanır. Bu gayeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçid vermez
nehirlerden geçerek; durmadan, dinlenmeden, kış yaz demeden savaştı. Bütün bu
seferleri bir plâna göre yaptığından, nereye gitmesi, nerede durması lâzım
geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle
neticelenmesini sağlamak için aylarca bu seferin bütün teferruatını hazırlardı.
Kumandanlığı ile diplomatlığı dâima beraber hareket ederdi. Hangi devlet üzerine
sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını,
kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik
eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamanında çıkardı.
Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile haberdâr etmez ve bunların gizli
kalmasına çok dikkat ederdi. “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu
bilsem, onu yolar atarım” sözü meşhurdur. Böyle hareket etmeyi
muvaffakiyetlerinin başlıca sebeblerinden sayardı. Nitekim böyle hareket
etmesinin neticesinde İsfendiyâr beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca
ele geçirdi.
Çok başarılı bir diplomattı. Otuz
sene, Asya ve Avrupa’da bâzan bir kaç cephede beş, on hattâ daha fazla devletle
birden harb hâlinde bulunduğu günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının,
kuvvetlerini birleştirmemenin, siyâsî müzâkereler, vâdler ve muvakkat tâvizlerle
müttefikleri birbirinden ayırmanın kolayını buldu. Rodos adasının fethi için
donanmayı hazırlarken, zaman kazanmak ve oyalama taktiğine girişerek şehzâde
Cem’e bir mektup vererek Demetrios Soplionos isimli Rum ile birlikte Rodos’a
gönderdi. Fâtih bu mektubunda hafif bir vergi karşılığında kendileriyle sulh ve
sükûn içinde yaşıyacaklarını bildiren diplomatça bir harekette bulundu.
Casuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı
devletlerin Osmanlılarla ilgili hareketleri müzâkere eden bütün meclislerinde
geniş bir haber alma teşkilâtına da sahipti. Almanya’da yerlilerden elde edilmiş
casuslar da vardı. İtalya ise, son derece gizli ve daimî bir Türk haber alma
servisi ile örülü idi. Fâtih, bu teşkilâtı sayesinde düşmanlarından günü gününe
haber alır, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir
şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları bir kaç senede yenilenir ve daha
mütekâmilleri, eskilerinin yerine konurdu. Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş
şekilde kurucusu Fâtih’tir. Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk pâdişâhtır.
Fâtih’ten önce, top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için
kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol
oynıyacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar
görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet
hesaplarını kendisi yaptı. Piyadeye de, öncesine nisbetle, büyük önem verdi.
Osmanlı ordusu esas bakımından bir süvârî ordusu olmaya devam etmişse de,
yeniçeri ve azab gibi piyade sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı.
Fâtih Sultan Mehmed, ilme, san’ata
ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabiatı itibariyle ileri
hamleden hoşlanan, Terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişâhtı. Tıpkı askerî
fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, san’atkârlar ordusu
kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu. Yeni devletin kurulması
plânının icrasında eğitim ve öğretimin te’sir ve önemini her şeyden üstün tuttu.
Maârif sistemini kânunla tanzim ederek ulemâ sınıfı diye tanınan ve idarenin
temelini meydana getiren diyanet ve hukuk kurumlarını teşkilâtlandırdı. Devlet
idaresini ve bunun ilmîleştirilmesini esas aldı. Londra’da, National Gallery’de,
Fâtih Sultan Mehmed’in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini
tarafından yapıldığı delil olmadığı hâlde iddia edilmektedir. Hâlbuki, National
Gallery’de bu portre ile ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her
şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır.
Ayrıca Bellini’nin İstanbul’a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri
yaptığı bilinmekle beraber, pâdişâhı gördüğü belli değildir.
Aklî ve naklî ilimlerde söz sahibi
olan âlimleri İstanbul’a topladı ve Onların talebe yetiştirmesi için medreseler
kurdu. Devrinde yetişen büyük âlım ve san’atkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh
ilminde Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegan, Hızır Çelebi,
Matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazade, zamanının büyük âlimlerindendi ve
ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi.
İyi bir komutan ve devlet reisi olan
Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâir idi. Latince ve Rumca ile Arapça,
Farsça ve Türkçe’ye bütün incelikleriyle vâkıf idi. Şiirde, devrin üstâdları
arasında yer aldı ve sarayda ilk dîvânı yazdı. Çünkü o, medeniyetin, san’atsız
olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu. Dedelerinin
devlet kuruculuk kudretini, iradeli bir idarecilik şuuruyla geliştirmesini bilen
Fâtih, çevresinde devrin üstâd şâirlerini topladı. Avnî
mahlâsıyla edebî değeri yüksek beyt ve gazeller söyledi. Arûzu, usta
şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullanmış, şiirlerinde ince hissiyat ve
düşüncelerini dile getirmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, hocası
Akşemseddîn’in elini öpüp, tahtı tacı bırakıp derviş olmak istedi. Akşemseddîn
bu teklifi reddederek, devlet işlerine me’mur edilen pâdişâhın asıl vazifesini
yapmamış olacağını, dîn-i İslâm ve adaletle memleketi ve dünyâyı idare etmenin
daha makbûl olduğunu; aksi hâlde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin
de Allah indinde mes’ûl olacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Allah aşkı ile
yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya döktü.
Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve
matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biri idi. Bizanslı tarihçi
Kritobulos’un hayranlıkla anlattığı, balistik sahasındaki keşifleri, ortaçağın
surlarını yıkmıştır. Bu suretle Avrupa’nın timsâli olan derebeyi şatoları
toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; neticede büyük güç kaynakları
biraraya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu suretle Türkler, ortaçağdan
yeniçağa Avrupa’dan daha evvel geçmişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed, teşkîlâtçı ve
îmârcı idi. Devlet idaresini tam bir intizâm içinde yürütmek için lüzum ve
ihtiyâç görüldükçe İslâm’ın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı.
Tanzîmât dönemine kadar Osmanlı Devleti’nin temel kânunu olarak mer’iyette kalan
Fâtih Kanunnâmesi çok mühim bir eserdir. Pâdişâh’ın görüşleri alınarak sadrâzam
Karamanî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kanunnâmeyi, nişancı
Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde
hazırlanan kanunnâmede de bu eser esas alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin bütün
temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn
mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o
sağlamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri
ile temasa büyük önem verdi. Oğlu sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini
ilerletmek hususunda babasını tâkib etti. Doğu Türklerinin, Tîmûr Han Devri
medeniyeti denilen, medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde
Osmanlılarda tahakkuk etti. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle
Avrupa literatürünü çok iyi tâkib etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan
üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır.
İstanbul’un îmârına çok önem veren
Pâdişâh, saray, câmiler, medreseler ile hamamlardan başka şehrin çeşitli
yerlerinde 4.000 dükkan yaptırarak, vakfetti. Büyük câmilerin yanındaki
medreselerin hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı su te’sîsâtı ile
iki gemi tersanesi ve kışla, yapılan binalar arasındadır. İstanbul îmâr
olunurken, diğer taraftan Bursa, Edirne gibi şehirlerde îmâr faaliyetleri büyük
bir hızla devam etti. Bu devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sâir şehirlerde 60
câmi yapıldı.
Edirne’de Tunca nehri kenarında 1451
senesinde büyük bir saray inşâ edildi. Bu sarayın bir modeli Topkapı Sarayı’dır.
Bu saray. 1876 Osmanlı-Rus harbinde cephane infilâkıyla harâb oldu.
Batılı
Gözüyle Fâtih:
Büyük devlet ve ilim adamı olan Fâtih, en büyük düşmanlarının gözlerini
kamaştıran pâdişâhtır. Eserlerinde ondan takdirle bahsetmişlerdir. Fetih
sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan Zorzo Dolfin bir keresinde; “Sultan
Mehmed” çok az gülerdi. Zekâsı, daimî bir çalışma halindeydi. Çok cömertti. Her
İşte fevkalâde atılgan, hattâ cür’etkârdı. Seçtiği hedeflere erişmek için çok
ısrar ederdi. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa tahammüllüydü. Kesin konuşur,
kimseden çekinmezdi. Zevk ve sefadan uzaktı. Türkçe, Yunanca ve Sırpça’yı çok
iyi konuşurdu. Her gün bir müddet okurdu. Roma târihi, başka devletler târihi,
Laerce, Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce, Papaların, Alman İmparatorları ile
Fransa ve Lombardiya krallarının vak’aları okuduğu târihler arasında idi.
Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı. Özellikle İtalya’nın coğrafyasını en ince
noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa haritasını yanından ayırmazdı. Askerî ve
coğrafî ilimlerle isteyerek meşgul olur, araştırmalar, incelemeler yapardı.
Tabiiyyeti altında bulunan ülkelerin âdet ve şartlarını devletin ve bölgenin
menfaatlerine kullanmakta maharetliydi.”
Diğer bir İtalyan tarihçi Langusto,
İstanbul’un fethinden sonra şöyle yazmıştır: “Sultan Mehmed, İnce yüzlü, ortadan
fazla uzun boylu, silâhlar kuşanmış, asîl tavırlı, çok az gülen, devamlı
öğrenmek ihtirası ile yanan, cömert ve iyi kalbli, gayelerine ulaşmakta inatçı
bir hükümdardı. En çok harp san’atına meraklıydı. Her şeyi öğrenmek isteyen zekî
bir araştırmacıydı. Sefahat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu. Harem
dâiresinde çok az vakit geçirirdi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Her şarta tahammül
gösterebilirdi ve bir cihân devleti peşinde idi.”
Alman müsteşrik Franz Babinger,
“Mehmed-II
der eroberer und seine Zeit Weltens-türmer einer Zeitenwende” adlı eserinde şöyle yazmaktadır:
“Türk dünyâsı için Fâtih günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup,
beşer târihinde başka her hangi bir şahsın kendisi ile mukayese edilmesi zordur.
O Türk milletine, bütün târihinin en harikulade ve en yaklaşılması gayr-i kabil
şahsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderatı, Fâtih Sultan
Mehmed’in görünmesi ile sarih bir şekilde işaretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti,
büyük Avrupa sahalarının dış görünüşünü derinden değiştirmiştir. Ortaçağdan
çıkarken insanları ve dünyâyı görüş tarzında, Fâtih’in şahsiyeti, zekâları
te’sir aftında bırakmıştır.”
Adaletten kıl kadar ayrılmayan,
kendisine takdîr edilen iki mısrâlık basit şiir için sahibine bol ihsânda
bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşiş veren Fâtih, her bakımdan
devrinin üstüne çıkmış bir hükümdar ve insan-ı kâmildir. Bu büyük cihângiri
anlatmak için günümüze kadar binlerce kitap yazılmıştır.
SÜNNET DÜĞÜNÜ
Fâtih Sultan Mehmed Han, oğulları
Bâyezîd Han ile Mustafa Çelebî’yi Edirne’de Meriç nehri arasındaki Ada’da 1457
senesinde sünnet ettirdi. Hâdiseyi, Âşıkpaşazâde şöyle anlatır:
“O vakit Sultan Bâyezid, Amasya’da
idi. Onı getürtdi. Mustafa Çelebi dahi o vakit Manisa’da idi. Onı dahi getürtdi.
Bunları Edirne’ye götürdiler. Düğüne başlandı. Etrafa ağırlıklarla dâvetçiler
gönderildi. Bütün sancak beğleri ve her şehirün uluları ve ileri gelenleri
geldiler. Edirne’nin çevresine konup daldılar. Nice günlik yollar düğüncilerle
dolmuştu. İzin aldı. Pâdişâhın otaklarını Ada’ya kurdılar. Pâdişâh dahi devletle
Ada’ya geçip oturdı. Haber aldı. Her tarafın halkı tayfa tayfa, vakitlü vakti
ile geldiler. Önce ulemâ davet olındı. Pâdişâh dahi gelip devletle geçti, devlet
tahtında oturdı. Sağ tarafına fâzıl kişilerden Mevlânâ Fahreddin oturdı. Solunda
Mevlânâ Tûsî oturdı. Karşısında Mevlânâ Şükrüllah oturdı. Onun yanına Hızır Beğ
Çelebi oturdı.
Emrolındı: Hafızlar Kur’ân-ı kerîm
okıdılar. İlmi sohbetler olındı. Ondan sonra izin verildi: Edibler güzel
medihler ve gazeller okıdılar. Pâdişâha lâyık konuşmalar yapıldı. Ondan sonra
izin oldu. Sofralar kurıldı. Nimetler yinildi. Yimekten sonra yine edebiyatçılar
okıdılar. Ondan sonra Kur’ân okındı. Ondan sonra izin oldı. Şekerlü şeyler
getürdiler. Her ilim ehlünün önine sini kaydılar. Bu ülemânun hizmetkârları
futalar (bohçalar) doldurdılar. Ben dahi bir futa doldurdım. Hizmetkâruma
virdim. Ondan sonra pâdişâh bu gelen hürmete lâyık kişilere ihsânlarda bulındı,
hil’atlar geydürdi. Niceleri fakir geldi, zengin gitdi. Bu pâdişâhun devlet
günlerinde ve mutlu saltanatında hoş zaman geçirdiler.
Ondan sonra ikinci gün dervişler
tayfası davet alındı. Onlara dahi gereği gibi hürmet olındı. Pâdişâhun ihsânları
bunlara dahi mikdârlu mikdârınca yetişti. Bunlar dahi fukara kanuni üzerine
saygılarını gösterdiler. Pâdişâha gayet hoş geldi.
Üçünci güni beğler davet olındı.
Bunlara dahi pâdişâh kânunı nasılsa öylece yapıldı. Konışıldı, içildi. Bir nice
günlik yollardan atlar seğirtdiler. Çok ögdüller verdiler. Elhâsıl bu seğirden
atlardan hiç birini mahrum bırakmadılar. Onun içün ki her pâdişâh kurduğu
dirneği kendi değerini göstermek için yapar ki ululığını göreler. Bu pâdişâh
dahi ululığını taman, eksüksüz gösterdi. Âlimler, dervişler ve başkaları hep
hoşnut gitdiler.”
BUNU BÖYLE BİLESİNİZ
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın namaz
kılınmasına dikkat edilmesi hususunda Rum vilâyetlerine gönderdiği ferman
şöyledir: “Allahü teâlâ, emirlerinin yerine getirilmesini bize nasîb ve müyesser
eylesin. Bu hükümde bildirmek istediğim husus şudur: Rum diyârındaki şehir ve
kasabalarda ve buraların köylerinde yaşayan müslüman ahâlî, İslâm dîninin emir
buyurduğu farzları yapıp, sünnetlerine riâyet etmekte, Kelâm-ı kadîme ve
Furkân-ı mecîde yâni Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şeriflere uymakta gevşeklik
gösterip muhalefet ederler imiş. Allahü teâlânın “Namazı ikâme ediniz” emrini
çiğneyip; “Namaz dînin direğidir. Onu dosdoğru kılan dînini ikâme
etmiş olur. Terkeden dînini yıkmış olur” hadîs-i şerifine uymayıp,
tuğyan yoluna sapanlar ve böylece mescid ve câmileri viraneye ve harabeye
döndürüp, fısk ve fücur, yâni günah işlenen yerleri mâmur ederler imiş. Bu ve
buna benzer haberler bize ulaşıyor. Eğer bunlar doğru ise, emr-i bil ma’rûf ve
nehy-i anil münker eylemek üzerime vâcib olduğundan, ileri gelen bir adamımı bu
iş için vazifelendirdim. O inceleyip tâkib edecek. Şöyle emr eyledim ki: “Her
kim namazı terk ederse, dövülmek ve mâlî cezaya çarptırılarak ta’zir eylemek
meşru olduğundan, İslâm dîninin emri gereği artık Rum diyarında namazını
geçirenler tesbit edilip, tamâm haklarından gelinsin. Halka namaz kılmaları
tenbih edilip, kılmayanlar hakarete uğratılıp teşhir edilsin. Hiç kimse ne
olursa olsun bu icrâata mâni olmaya!.. Rum sancağı beyleri ve kâdıları ve
sübaşıları ve bunların emrindeki diğer me’mûrlar gönderdiğim vazifeliyle bu
hususda elbirlik edip yardımcı olalar. Böylece İslâmiyet’in yüce ahkâmı, emri ve
yasaklarını yerine getirmekte gevşeklik ve tenbellığe asla meydan verilmeye.
Öyle ki, mescidler dolacak, medreseler mâmur edilecek ve din-i İslâm
kuvvetlendirilmiş olacaktır. Böylece müslümanlar refah, huzur ve seâdet içinde
olup, Pâdişâhın devâm-ı devletine ve kudretinin artmasına duâcı olacaklardır.
Bunu böyle bilesiniz. Alâmet-i şerîfeme (tuğrama) îtimâd
kılasınız.”
SULTANA KAPI AÇILMADI
Fâtih, Allahü teâlânın velî
kullarını ziyaret edip, onların duâsını almayı, feyz ve bereketlerine kavuşmayı
çok sever, hizmetlerine koşmayı zevk sayardı. Bir defasında, zamanın
evliyâsından Vefâ-i Konevî’yi ziyarete gitti. Bu meşhur zâtı hiç görmemişti.
Vefâ-i Konevî’nin kapısına kadar bizzat gitti. İçeri girmek için müsâade istedi.
Şeyh Vefâ-i Konevî, Pâdişâh’ın kendisini ziyaretine müsâade etmedi. Bizans
surlarını topla yıkan o yüce pâdişâh, garib bir dervişin kapısını açmaması
üzerine dönüp gitti. Adetâ ağlar bir hâli vardı. Şeyh Vefâ’nın talebeleri;
“Efendim neden pâdişâhı kabul etmediniz? diye gözlerinden yaşlar akan hocalarına
sordular: “Hem siz üzüldünüz, hem de o” dediler. Vefâ hazretleri, gözlerinden
akan yaşları eliyle silerek; “Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona
olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar
fazladır. Dostluğumuz ve sohbetimiz, bir çok vatandaşın işinin yarım kalmasına
sebeb olacaktı. Şimdi anladınız mı, Sultân’ı niçin kabul etmiyorum?” cevâbını
verdi.
ÖNCE İMTİHANA GİRİN!..
Fâtih Sultan Mehmed ele geçirdiği
beldeleri kendi hâline bırakmıyarak, imârına çalıştı. İstanbul’un fethinden
sonra, Edirne’ye geri dönerken oğlu Bayezid’e bir saray yapılmasını emretti.
Daha sonra 1456’da Eyyûb Sultan Câmii, türbesi, medrese, imâret ve hamam
yapıldı. Sekiz kilise medrese hâline getirildi. 1470 senesinde kendi ismine
yaptırdığı câminin etrafında meşhur Sahn-ı semân medreselerini kurdu.
Medreselerin açıldığı sıralarda koca Fâtih, külliyede kendisine de bir oda
ayrılmasını istedi. Fakat müderrisler bu isteğe karşı; “Siz külliyenin
kurucususunuz, ama önce imtihana girin, dânişmend (asistan) olun, tercih
ettiğiniz ilim şubesinde tez yapın, eser verin, sonra müderrisliğe erişin; ancak
ilim ocağında bu şekilde makamınız olur” dediler. Bunun üzerine müderrislerin
koştukları şartı gerçekleştirdikten sonra Sahn-ı semânda oda sahibi olabildi.
BUNCA ZAHMET NİYE?!
Fâtih Sultan Mehmed Han, kış-yaz
demeden ve hiç dinlenmeden ordusunun hasında Anadolu’dan Rumeli’ye, Rumeli’den
Anadolu’ya defalarca geçmiştir. Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıktığı
zaman, Doğu Karadeniz dağlarında bir nefer gibi kayadan kayaya atlayarak,
tırmanarak kale önüne varmıştı. Bu sırada yanında elçi bulunan Uzun Hasan’ın
annesi iyice yorulduğundan, pâdişâha; “Hey oğul!.. Bir Trabzon için, bunca
zahmet çekmek niye?” diye sorunca; “Ey koca analık! Bu zahmetler, İslâm dîni
yolunadır ki, yârın âhiret gününde Allahü teâlânın huzurunda utanmıyalım
diyedir... Çünkü bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmete katlanmaz
isek, bize Gâzi demek yalan olmaz mı?” cevâbını verdi.
FÂTİH’İN GÂYESİ
İmtisâl-i cihâd-ı
Fillâh olupdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.
Fazl-ı Hakk u
himmet-i cünd-i ricâlullah ile,
Ehl-i küfr-i serteser kahreylemekdür niyyetüm.
Ehl-i küfr-i serteser kahreylemekdür niyyetüm.
Enbiyâ vü evliyâya
istinâdum var benüm
Lütf-i Hakdandur hemân ümmîd-i feth ü nusretüm
Lütf-i Hakdandur hemân ümmîd-i feth ü nusretüm
Nefsü mal ile n’ola
kılsam cihânda ictihâd?
Humdülillah var gazâya sad hezârân rağbetüm
Humdülillah var gazâya sad hezârân rağbetüm
Ey Muhammed,
mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtar ile
Umaram gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm.
Umaram gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm.
Fâtih Sultan Mehmed Han Devri Kronolojisi
1451........ : Karaman Seferi ve Menteşe
Beyliği’nin ilhâkı.
21 Mart 1452 : Rumeli hisarının yapımına
haşlanması.
2 Nisan 1453 : Şâhî denilen büyük topların İstanbul’a
getirilmesi.
5 Nisan 1453 : Haliç’in ağzına zincir gerilmesi.
Osmanlı ordusunun İstanbul önlerine gelmesi.
6 Nisan 1453 : İstanbul kuşatmasının
başlaması.
12 Nisan 1453 : Osmanlı donanmasının Dolmabahçe
önlerine gelmesi.
18 Nisan 1453 : Adaların fethi.
22 Nisan 1453 : Donanmanın karadan Haliç’e
indirilmesi.
28 Mayıs 1453 : Umûmî hücumdan önce Fâtih’in, Bizans
İmparatoru’na son defa teslim teklifi.
29 Mayıs 1453 : İstanbul’un fethi ve Ayasofya’nın
Câmiye çevrilmesi.
1 Haziran 1453 : Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılınması.
Sadrâzam Çandarlı Halil Paşanın azli ve Mahmûd Paşa’nın
sadâreti.
1454........ : Birinci Sırbistan
seferi.
1455........ : İkinci Sırbistan
seferi.
26 Temmuz 1455 : Arnavutluk’ta Berat
zaferi.
1456........ : Cenevizlilere âid Ege
adalarının fethi.
13 Haziran 1456 : Üçüncü Sırbistan
seferi.
15 Mayıs 1458 : Mora seferi, Atina’nın
fethi.
1458........ : Sırbistan’ın
fethi.
8 Kasım 1459 : Semendire’nin
fethi
13 Nisan 1460 : İkinci Mora
seferi.
1461........ : Amasra’nın fethi.
Temmuz 1461 : İsfendiyaroğullarının Osmanlı
tabiiyyetine girmesi.
15 Ağustos 1461 : Trabzon Rum İmparatorluğu’nun
fethi.
1462........ : Eflak seferi. Midilli adasının
fethi.
Şubat 1463.. : Fâtih Câmii’nin temelinin
atılması.
1463........ : Bosna krallığının fethi,
Hersek dukalığının tâbiyet altına alınması, on altı sene sürecek Osmanlı-Venedik
harbinin başlaması.
1464........ : İkinci Bosna
seferi.
1466........ : İkinci Karaman seferi ve
Konya’nın zabtı. İkinci Arnavutluk seferi. Sadrâzam Mahmûd Paşa’nın azli. Mehmed
Paşa’nın sadâreti.
1469........ : Arnavutluk beyi İskender’in
ölümü. Şehzâde Cem’in Kastamonu vâliliğine tâyini. Sadrâzam Mehmed Paşa’nın
Kilikya seferi.
12 Temmuz 1470 : Eğriboz adasının
fethi.
1470........ : Sadrâzam İshak Paşa’nın
Karaman seferi.
1471........ : Alâiyye Beyliği’nin zabtı,
Silifke havalisinin fethi.
18 Ağustos 1472 : Kıreli zaferi.
11 Ağustos 1473 : Otlukbeli zaferi.
1474........ : İşkodra’nın muhasarası.
Şehzâde Cem’in Karaman vâliliğine tâyini. Gedik Ahmed Paşa’nın sadâret makamına
getirilmesi.
1475........ : Gedik Ahmed Paşa’nın Kırım
seferi.
26 Temmuz 1476 : Boğdan’ın fethi.
1477........ : İnebahtı’nın
muhasarası.
16 Haziran 1478 : Akçahisar’ın teslim
olması.
1478........ : Üçüncü Arnavutluk
seferi
25 Ocak 1479 : Osmanlı-Venedik sulh
andlaşması.
23 Mayıs 1480 : Rodos muhasarası.
11 Ağustos 1480 : Osmanlı donanmasının İtalya’nın Otranto
limanını fethi.
3 Mayıs 1481 : Fâtih Sultan Mehmed Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (Danişmend);
cild-1, sh. 226
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh.
3
3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Danişmend);
cild-4, sh. 7
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh.
299
5) Tevârih-i Âl-i Osman; sh.
135
6) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-3,
sh. 46
7) Amasya Târihi; cild-3, sh.
207
8) Neşrî Târihi; sh. 209
9) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh.
565
10) Aşık Paşazâde
Târihi; sh. 69
11) Mir’ât-ı
kâinat; cild-3, sh. 55
12) Mecmûa-i
Münşeât-i Feridun Bey; cild-1, sh. 64
13) Künh-ül-ahbâr;
cild-5, vr. 130
14) Tam İlmihâl
Seâdet-i Ebediyye; sh. 1005
15) Türkiye Târihi
(Y. Öztuna); cild-2 sh. 432, cild-3, sh. 7
16) Fâtih Sultan
Mehmed Han-ı Sâni ve İstanbul’un Fethi (M. Şerif Çavdaroğlu, İstanbul-1953); sh.
5
17) Fâtih Devri
Üzerinde Tedkîkler ve Vesikalar (Halil İnalcık, Ankara-1987); sh.
69
18) Edebi ve Mânevi
Dünyâsı içinde Fâtih (Sâmiha Ayverdi); sh. 1 v.d.
19) Osmanlı Târihi
(İ. H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 452 v.d. cild-2, sh. 1 v.d.
20) Mufassal
Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 384
21) Osmanlı
Pâdişâhlarının Hayat hikâyeleri (Y. Öztuna); sh. 43
22) Fâtih’in Askerî
ve Siyâsî Faaliyetleri (Selâhaddîn Tansel)
23) Eshâb-ı Kiram;
sh. 372
24) Şakâyık-ı
Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 104
25)
Havâdis-üd-dühûr; cild-3, sh. 483
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder