Türk-İslâm devletlerinde hükümdar
sülâlesinin erkek evlâdı hakkında kullanılan bir tâbir. Osmanlı Devleti’nde de
pâdişâh soyundan gelen erkek çocuklara şehzâde ünvânı veriliyordu.
Şehzâde ve sultanların doğumlarında,
sarayda özel merasimler yapılırdı. Doğum haberi hatt-ı hümâyûnla sadrârazama
bildirilirdi. Doğan çocuk erkek ise, hatt-ı hümâyûnu dârüsseâde ağası, kız ise
yüksek rütbeli bir saray ağası getirirdi. Bu tebliğ üzerine sadrâzam,
şeyhülislâm, vezirler ve teşrifata dâhil devlet erkânı (kazaskerler, yeniçeri
ağası v.s.) saraya giderler ve silâhdâr ağa vasıtasıyla huzura kabul edilirler,
tebrikten sonra hil’at giydirilerek dönerlerdi. Durum toplar atılarak İstanbul
halkına da îlân edilirdi. Ayrıca memleketin dört bir tarafına fermanlar
gönderilir ve mahallin şer’i mahkemelerinde sicillere kaydolunarak toplar atılır
şenlikler yapılırdı.
Top atışları ve şenliklerin yapılması için doğan çocuğun
erkek veya kız oluşuna bakılmaz bu şenliklere donanma da katılırdı. Bilhassa,
pâdişâhların ilk oğulları olduğunda, yapılan donanma şenliği daha şâşâlı olurdu.
Doğumu müteâkib fakir-zengin herkese yemekler verilir, sadakalar dağıtılır,
böylece herkes bu sevince ortak olurdu.
Doğan şehzâdenin hizmetine usta adı
verilen hizmetliler tâyin edilir, vâlidesi de çocuğun bakımına ve büyümesine
nezâret ederdi.
Beş-altı yaşına basan Osmanlı
şehzâdesine hoca tâyin edilir ve merasimle ilim tahsiline başlardı. Şehzâdenin
ilk tahsile başlamasına Bed-i besmele denilirdi. Bed-i besmele merasiminde,
davetlilerin huzurunda önce şeyhülislâm, teberrüken şehzâdeye elif-bâ’yı okutur,
sonra duâ eder ve merasim nihayet bularak tahsili, tâyin olunan hocasına
bırakılırdı. Şehzâdenin derse başlaması dolayısıyla, kendisine lâzım olan cüz
kesesi elif-bâ v.s. cildlenmiş ve müzehhep (altın yaldızlanmış) olarak sadrâzam
tarafından hediye edilirdi. Şehzâdenin hocası, dârüsseâde ağası dâiresinde ders
verirdi. Kur’ân-ı kerîmi hatmeden şehzâdeyi, sadrâzam ve sâir devlet erkânı
tebrik eder, kendisine hediyeler verirlerdi.
Pâdişâhların oğulları için
yaptırdıkları sünnet düğünleri de merasimle olurdu. Düğünden önce durum bütün
eyâletlere bildirilir ve düğünde bulunmak üzere ileri gelen vâli ve vezirler
davet edilirlerdi. Fakir fukara, günlerce yerler içerler ve dağıtılan bahşişleri
alırlardı. Sünnet olan ve on üç-on dört yaşına giren şehzâdelere ayrı bir dâire
verilirdi. Odaya annesi, kızkardeşleri, hala, teyze gibi çok yanın akrabalarının
hâricinde başka bir kadının girmesine müsâade edilmezdi.
Osmanlı şehzâdeleri saray
hocalarından din ve fen derslerini tahsil etmeleri yanında, ata binip inmek, ok
atmak, avlanmak, kılıç ve gürz kullanmak gibi spor hareketleri yaparlardı. Cuma
namazlarına, maiyyetlerinde kendi dâireleri ağaları da bulunduğu hâlde, atlı
olarak babaları ile beraber giderlerdi. Şehzâdeler dâirelerinde bulundukları
zamanlarda da mücevhercilik, kuyumculuk, tornacılık gibi san’attar öğrenirler,
ok ve yay yaparlar, fildişi ve abanoz işlerle sahtiyan üzerine nakış yaparlar ve
hattatlık öğrenirlerdi.
Bu şekilde çok sıkı bir tâlim ve
terbiye altında naklî ve aklî ilimleri öğrenen Osmanlı şehzâdeleri, genellikle
14-20 yaşları arasında devletin muhtelif vilâyetlerine vâli olarak
gönderilirlerdi. Sancağa çıkan şehzâdelere vezîriâzam tarafından merasimle tabl,
alem ve yeşil bayrak verilir, ayrıca bir maiyyet tertib olunurdu. Şehzâde,
sancağa vâlidesiyle beraber çıkar ve onun nezâreti altında bulunurdu.
Sancağa çıkan şehzâdelere Çelebi
Sultan denirdi. Çelebi sultanların maiyyetinde devlet merkezindeki
dîvân hey’etinin küçük bir numunesi olarak vezir makamında lala, nişancı,
defterdâr, reîsülküttâb, çavuşbaşı, kapucular kethüdası ve dîvân kâtibi
bulunurdu. Bunlardan başka tabîb; cerrah, göz hekîmi, kapucubaşı, emîr-i alem,
emîr-i âhûr, şehzâdenin hocası, matbah emini, arpa emîni, çaşnigîr başı,
çaşnigîrler, dîvân çavuşları ile sipah, silâhdâr, ulûfeci, garib sınıflardan
asker ve ağaları, çadır mehterleri, dîvân çavuşları, rûz-nâmeci, mukâtaacı,
hülâsa imâm ve müezzine kadar kimisi aylıklı ve kimisi mukâtaalı olmak üzere
me’murlar vardı.
Şehzâde sancağa çıkarılacağı zaman,
düşünülmesi îcâb eden en önemli mes’ele ona devlet işlerine vâkıf, temiz
ahlâklı, otoriter bir zâtın lala seçilmesi idi. Bu husus dîvân-ı hümâyûn
hey’etinin çok dikkat edeceği bir vazife idi ve pâdişâh bu cihetten adı geçen
hey’eti mes’ûl tutardı. Şehzâdenin idare ettiği sancağın vezîriâzamı derecesinde
olan Lala, mıntıkasının durumunu ve terbiyesiyle vazîfeli olduğu şehzâdenin
ahlâk ve ef’âlini kontrol etmekle de görevliydi.
Sancağa çıkarılan şehzâde ile
vâlidesine ve hocasına pâdişâh tarafından ihsânlar verilir, şehzâdeye, maaş
olarak, has tâyin olunur, masraflarını oradan görürdü. Sancağa çıkan şehzâde bir
taraftan hocası vasıtasıyla ilim tahsiline devam ederken, diğer yandan da devlet
idaresindeki tecrübe ve bilgisini arttırırdı.
Şehzâdeler, yazışmalarını dîvân-ı
hümâyûnla yaparlar, istekleri bu vâsıta ile arzolunur, pâdişâhın irâdesi yâni
müsâadesi istenirdi. Şehzâde bizzat kendisi doğrudan doğruya mâruzâtta bulunmak
istese, arîzasının sonuna, bende,
abdü’l-fakir veya abdü’l-hakîr
ibaresini
yazardı. Sonra pâdişâhın vereceği emre göre hareket ederdi. Çelebi sultanlar,
bulundukları sancakta tevcîhât yaptıkları zaman, bunu devlet merkezine
bildirirler, kabul edildiği takdirde esas kütükte tashîhât yapılırdı. Bu iş için
çelebi sultanların maiyyetlerinde küçük bir nişancı grubu da bulunurdu.
Bir harp vukuunda sancaklarda
bulunan şehzâdeler, bölgelerindeki askerlerin komutanı olarak pâdişâhın emri
altına girerlerdi. Muhârebede genellikle ordunun cenahlarında (sağ ve sol
kollarında), bâzan da ard kumandanlıklarında bulunurlardı. Nitekim 1389’daki
Kosova meydan muhârebesinde Osmanlı ordusunun merkezinde sultan Murâd-ı
Hüdâvendigâr, sağ kolda büyük oğlu Yıldırım Bâyezîd, sol kolda da küçük oğlu
Yâkûb Bey kumandan olarak bulunmuşlardı. 1473’deki Otlukbeli muhârebesinde ise,
merkezde Fâtih Sultan Mehmed, sağ kolda Amasya vâlisi Bâyezîd, sol kolda ise
Karaman vâlisi Mustafa bulunmuşlardır.
Çelebi sultanların yetişmiş ve on
yaşını geçmiş oğulları varsa, o çocuk da büyük babası olan pâdişâhın
müsaadesiyle küçük bir sancağa çıkarılarak devlet ve idare işlerine alıştırılır,
kendisine teşrifat ve maiyyet kademesi verilirdi. Nitekim sultan İkinci
Bâyezîd’in oğullarından Alemşâh’ın oğlu Osman Çankırı, Yavuz Sultan Selîm
Trabzon’da sancak beyi iken oğlu Süleymân da Kefe sancak beyliğine
getirilmişlerdi.
Osmanlı tahtına çıkıp hüküm süren
pâdişâhlardan şehzâde iken; Yıldırım Bâyezîd Kütahya’da, Çelebi Mehmed
Amasya’da, İkinci Murâd Amasya’da, Fâtih Sultan Mehmed Manisa’da, İkinci Bâyezîd
Amasya’da, Yavuz Sultan Selîm Trabzon’da, Kânûnî Sultan Süleymân Kefe’de, İkinci
Selîm Manisa ve Kütahya’da, üçüncü Murâd Akşehir ile Manisa’da ve üçüncü Mehmed
de Manisa’da sancak beyliklerinde bulunmuşlardır.
Bu şehzâdeler maiyyetlerinde
götürdükleri ilim sahipleri ve kapı halkı ile bulundukları sancağı kültür ve
ilim muhiti hâline getirmişler, adlarına yaptırdıkları câmi, mescid, medrese ve
imâret gibi vakıf eserleriyle de süslemişlerdir.
İkinci Selîm’den sonra şehzâdelerin
sancağa çıkarılmaları usûlü yavaş yavaş terk olunmuş, üçüncü Mehmed’den sonra
ise, tamamen kaldırılmıştır. Bundan sonra velîahd ve diğer şehzâdeler sarayda
Şimşirlik kasrında oturmuşlardır.
Osmanlı şehzâdeleri arasında tahtı
ele geçirmek gayesiyle zaman zaman mücâdeleler vuku bulmuştur. Osmanlılarda ilk
teşkilât kurulduğu ve kânunlar yapılmaya başlandığı sırada, saltanat usûlünün
yazılı bir metne bağlanmayış sebebi, saltanatın ehil ellere geçmesi için idi.
Bunun yanısıra ülkenin bölünmezliği prensibinden hareket ederek saltanatı eline
geçiren şehzâde, diğer kardeşini öldürtebiliyordu. Nitekim bu husus Fâtih
Kanunnâmesinde; “Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşleri
nizâm-ı âlem için katletmek münâsiptir” şekliyle yer almıştır. Pâdişâhların
yanında âlimler ve halk da Nizâm-ı âlem düşüncesi, din ve devletin bekası
kaygısı ile zaruret hâlinde, kardeş katlini tasvib ediyorlardı. Kanunî devrinde
Türkiye’ye gelen imparator Ferdinand’ın elçisi Busbeca; “Müslümanlar Osmanlı
hânedânı sayesinde ayakta duruyorlar. Hânedân yıkılırsa, din de mahvolur. Bu
sebeple hânedânın, din ve devletin selâmeti ve bekası evlâddan daha mühimdir”
kanâatinin umûmî efkârda yaygın bulunduğunu belirtmektedir.
Ancak 1603 yılında pâdişâh olan
sultan birinci Ahmed devrinden itibaren kardeşlerin katli kaldırılmış ve
hânedândaki en yaşlı mümessilin tahta çıkması kabul edilmiştir. Bununla beraber
isyân çıkarma ihtimâline binâen zaman zaman kardeş katli vak’aları görülmüştür.
Netice olarak, Osmanlı pâdişâhları
öncelikle şehzâdelerini yüksek bir tahsil ve devrin kültür dillerine sâhib
olarak yetiştirmekte ve ona Türk-islâm dâvasının derin şuurunu vermekte idiler.
Böylece her türlü imkânlar seferber edilerek pâdişâh olacak şekilde yetiştirilen
şehzâdeler, babaları vefât edince, o makama en lâyık kimse olarak çıkarlardı.
Ayrıca bu şehzâde tecrübeli devlet adamlarından ve büyük âlimlerden müteşekkil
yüksek bir muhit ile maddî-mânevî bakımlardan devrin en üstün ordusunu da
yanında bulurdu. Gerçekten büyük bir itinâ ve titizlik neticesinde
yetiştirildikten sonra tahta çıkan bu gâzî ve muhteşem pâdişâhlar, millî ve
İslâmî dâvaları, yüksek zekâ ve enerjileri, din ve devlet, mülk ve millet
uğrunda sonsuz fedâkârlıkları, adaletleri, tevâzûları ve ileri görüşlü
siyâsetleri, büyük din ve devlet adamlarını büyük dâva istikâmetinde toplamaları
sayesinde; öyle sağlam bir devlet kurdular ki, normal ve zayıf pâdişâhlar
döneminde bile yüksek devlet mekanizması asırlarca hayatiyetini devam ettirdi.
Osmanlı Devleti ve hânedânlığa son verilince, şehzâdelik de kendiliğinden
kalkmış oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder